28 Mayıs 2013 Salı

Nisyan’a Giden Yol ya da Nisyan, “Ölüme Giden Yol”

Nisyan’a giden yol

Sıcak. Vıcık vıcık. Ter. Ayakta körüğün hemen ardında 70’teyim. Eski. “Bugün fuar boş olur. Hangi kitapları alsam? Venedik’te Ölüm, Ölümle Baş Başa. Nisyan, Bozkırkurdu belki.” Hava yok. “Ayağını çek be adam. Arkada yer var mı?” Kafamı çeviriyorum. Mucize. Hemen arkamızda 70. Boş ve yeni. Az sayıdaki uyanık ile beraber inip arkadakine biniyoruz. Güneş vurmasın, otobüsün sağ tarafındayım. Amca teyzenin ulaşamayacağı bir köşe. “Bugün şanslı günüm. Hangilerini alsam?” Arkada, sağda solda dedikodu. Dinlemek istemiyorum. Aklımda başka şeyler var. Kaçırdıklarıma seviniyorum. Yol uzun.

Montrö. Korna sesleri, fren, uğultu, insanlar. Demir kapının ardı cennet. Fuar. Birbirine uzanan koca ağaçların gölgesinde uzanan yol. Kuş sesleri. Ferahlık. Dinleniyorum. Dilime dolandı bir şarkı. Yarım yamalak. “Hello darkness my old friend, nay nay nay nay naaay, the sound oof silenceeee” Fuar sandığım gibi. Yeterince boş. Kitapevleri kitaplar insanlar az. Yine bir fuar alıklaşması. “Ne alacaktım? Dinci yayınlar çoğalmış bu sene de.” Unuttum. Liste arka cepte. “Kartta yüz lira var mı ki?” Birkaç kitap aldım.

Can yayınları önündeyim. Bakınıyorum. Venedik’te Ölüm elimde. Almaya geldim. İstemsiz arkasına göz gezdirmeye başlıyorum, sanki orada o an görmüşüm de merak etmişim. Yarıda kestim. Tezgâhtan şunu şunu bir de şunu alıyorum deyip ayrılmak istemiyorum. Aslında öyle yapacağım. Başka kitaplara bakınıyorum. O adam geldi.

-          Hoş geldiniz ben yardımcı olayım.
-          Ölümle Baş Başa’yı göremedim ama.
-          Mm, Ölümle Baş Başa. Şurda olması lazım. Evet buyrun.
-          Sağ olun.

Yine aynı inceleme teranesi. Evet, arkası hala aynı. “Lan doğrudan söylesene”
-          Nisyan’ı alacaktım bir de.   
-          Nisyan? Murat Gülsoy’un yeni kitabı. (Şaşırma)
-          Evet onu. (Şaşırmaya şaşırma)
-          Yalnııız o biraz farklı bir kitap, Murat Gülsoy’un başka kitaplarını okumuş muydun (muydunuz değil muydun)? Mm Baba, Oğul ve Kutsal Roman vardı.  T. Nisyan’ı uzatır mısın? Murat Gülsoy. (küçümseme başlangıcı, ses tonu ve hitap şekli değişir)
-          Yok, okumadım. (adam yüzüme bakıyor açıklama yapmam lazım - utanma başlangıcı kızarıyorum. Neden?)
-          Yanii daha önce bakmıştım merak ettim.
-           Güzel kitaplar seçmişsin aslında Ölümle Baş Başa, Venedik’te Ölüm güzel de. Neyse tabi ben yönlendirme yapmış gibi olmak istemem. Edebi olarak biraz zor diye söyledim, okuyan arkadaşlar zor diyor.

 “Nası yani sen okumadın mı? Hıyara bak. Alacam .mına koyım.” Öfke.  (samimileştik, artık benim için de “sen”sin, ayrıca küfürleşiyoruz da, onun da “sığıra bak anlamıycak kesin” dediğine eminim.) Kitabın arkasına da bakmıyorum bu kez. (Oradan ayrıldıktan sonra bakıyorum, “alışılmadık bir Gülsoy kitabı bu” yazıyor. “Demek farklı bir kitap, vay anasını” diye çekiştiriyorum yine.)

-          Ben bu üçünü alayım. (Kararlı, kaba)
-          Tabi. Ben yardımcı olmak için. Fuar bitene dek buradayız bekleriz yine.
“Gelecem gelecem, iki güne okuyup gelmez miyim ben?”
-          Peki, sağ olun.

(Okuyamadım. Sonra sinirim de geçti. Neden bu kadar büyüttüm ki? Tamam, biraz burnu havadaydı ama sanki herkes her şey normal de bir o vardı.) 

Ödeme işlemleri. Ve kitaplar. Mutluyum.
Üç hafta sonra nihayet okuma sırası geldi. Ve Nisyan.

Nisyan, “ölüme giden yol”

Hayatta her anın, her yaşayışın öncesi, sırası ve sonrası, duygularla ifade edilebilir. Hisler aktarılabilir. Peki ya ölüm? Murat Gülsoy Nisyan’da sınıra kadar gitmeyi deniyor. Bulanıklaşan zihinden arda kalan kelimelerle ölüm yolunu betimliyor. Bu yolda hayalle gerçek birbirine karışıyor. Başlarda kendinde olduğunda geçmiş özlemi duyuyor ve bu durumdan kurtulma isteği taşıyor.

“Gemi gidiyor. Kendini kaba dalgaların tatlı iniş-çıkışlarına uydurarak ilerliyor. Dışarısı karanlık. Kadın uyuyor. Birinin uyanık kalması gerekli. Pencereden bakıyorum, ışıklı lekeler hızla belirip kayboluyor. Duvarlara tutunarak dolaşıyorum bilmediğim odalar arasında. Bu kadar büyük bir gemide neden başka kimse yok? Dümeni bulursam her şey yoluna girecek. Bir zamanlar bu kamaralardan şen kahkahaların yükseldiğine dair bir inanç var içimde. Küçük bir çocuğun yuvarlana topu, üç tekerlekli bir bisiklet, çıngırak sesleri, ahşabın üzerinde zarifçe gezinen çıplak ayaklar. Yolcular bir limanda inmiş olmalılar. Unutuldum. Kaybolmak istemiyorum bu karanlık denizde.”

Zaman ilerliyor. Kendinde olamıyor, yansımalarla yaşıyor artık; nesnelerden, düşüncelerden, anılardan yansımalarla. İçini kemirenleri hissediyor, günbegün eriyor. Kelimelere tutunmaya çalışıyor. Kelimeler dağınık. Ölüm yaklaşıyor.

“Tahtalar çıtırdıyor. Adsız böcekler yiyor gövdeyi. Maddenin içinde boşluk çoğalıyor. Tekne ağır ağır ilerliyor. Ölüler ırmağından geçiyoruz. Rüzgâr çıplak tenimi ürpertiyor. Boşluk geriliyor koridorlarımda. Kupkuru bir soluk çıkıyor içimden. Vişneçürüğü berjerde oturana bakamıyorum. Geldin mi? Orada mısın? Soğuk. Nefesim donduruyor kalbimi. Çok yavaş gidiyoruz. Kollarımdan tutuyorlar. Siz de nereden çıktınız. Bırakın. Beni almaya geldi ismi ve yüzü olmayan. Gittiğimiz yerde tamamlanacağız.”

Ölüme giden yol edebi bir hazine. Kitabın arkasında çok güzel yazıyor; “edebiyatta ölüme giden yolu, ölüm anını ve ölümün kendisini düşünen karakterler ölümsüzlüğün ta kendisidir.” İmgeler birbirine geçiyor, her nesne başka bir çağrışımla başka bir yere götürüyor. Ama yazmak zor. Kelimelere dökmek. Bazen belli belirsiz kelimeler çıkıyor hisleri anlatan. Son çırpınışlar geliyor.

“Böcekler hızla yatağımın altına kaçıveriyorlar. Bağırıyorum. Ayaklarımı yere vuruyorum. Kapının içinden kadın fırlayıp geliyor. Yumrukları sırtıma iniyor. Yeter artık sus sus sus. Yatakta büzülüyorum. Ama böcek var yatağın altında korkuyorum. Hışırdayarak geziyor kınkanatlılar kabuklular yumuşakçalar kafadanbacaklılar yabancılar adsızlar cinsiyetsizler. Çalışıyorlar. Kemikli bir kuşku yerleştiriyor aklıma. Bedenimi ufak parçalara ayıracaklar. Bir şehir kuruyorlar karanlıkta.”

Daha çok alıntılardım da burada keseceğim. Ben bu “farklı kitap”ı beğendim açıkçası. Adama inat da değil. Zaten sinirim de geçti. Ayrıca küfrümü de geri aldım. (Bu sözünü geri alma olayını çok severim. Tabi çocuğuz. Şimdi de geçer mi ki? Biri lafı yemiştir. “Geri al la sözünü. Geri al bak fena olacak.” “Tamam la tamam aldım.” O an rahatlar. Geri sardılar. Söz möz yok.) Seneye yine gel, geliniz. Söz diğerlerini de okumuş olacağım.

İşte öyle, Nisyan daha önce Murat Gülsoy kitabı okumamışsanız da güzel bir kitap. Benden önermesi.   

    

6 Mayıs 2013 Pazartesi

İki karakter: C. (Aylak Adam) ve Zebercet (Anayurt Oteli) - Yusuf Atılgan



İki ayrı karakter. Biri sıradanlığa katlanamayan sürekli arayışta bir adam; adı bile yok, “C.”, diğeri ise “gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” gelene kadar kendi tekdüzeliğinde hayatını geçirmiş; Zebercet. İkisi de yalnız. İkisi de zor. Boşluktalar. Farklı yollardan ikisi de “onu” bulmak istiyor; biri umutsuzca beklerken diğeri köşe bucak, aklına estiği gibi arıyor.




C. farklının peşinde. İnsanların hayatla kurdukları basit ve tatminkâr ilişkiyi anlayamıyor. “Renksiz, sıkıcı.” Alışamıyor bu yaşantıya; öylece yaşayıp gidemiyor.

“Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının ‘Aman ayol, bu ne kötü şans böyle’ sözüne karşılık kim bilir kaç erkek ‘Üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır’ diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?”

 “‘İş avutur’ derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda dersler verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinemeyecekti. Başka şeyler gerekti.”  

Böyle düşündüğü için mi aylaktı yoksa hayatın akışında olmayıp aylak olduğu için mi bunları düşüne biliyordu? Hayat çok sıkıcıydı, kendine küçük eğlencelikler bulurdu; gözlemlediği sıkıcı trafik polisinin yerinde olsaydı, bir gün tramvaylarla arabaları birbirine karıştırır sonra da bir güzel gülerdi. Sonra kimsenin görmediği dilencilere takılışları; “Doğrusu böyle tatlı şakalar olmasa insan bu dünyada nasıl yaşardı?”. Birkaç kere gittiği restoranda “her zamankinden mi efendim” sorusuyla karşılaşırsa bir daha gitmezdi. Müşteri olamazdı C.

Hep arayıştaydı; onu arıyordu. “Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama yalnız bir teki yoktu”. İnsanlar neden hep beklenen şekilde davranırdı; aradığı öyle olamazdı. Güler’in peşine B. ile el sıkışıp ayrılmalarını beklerken onu şaşırtıp öpüşerek ayrıldıkları için takılmıştı. B.’nin peşinden değil de Güler’den yana gitmesi tesadüftü. Ayşe’nin “o” olabileceğini düşünüyordu. Ama Ayşe de değildi. Onu öperken o an ikisi arasındaki bu özel anı hissetmeyip perdenin kapalı olup olmadığını nasıl düşünebiliyordu? Bu toplum korkusu da neydi? Herkes gibi sıradanlığa razı olacaktı o da. Evlenmek yuva kurmak isteyecekti. Aynıydı işte. Bunu hissettiği an ondan da kaçma isteği duyuyor. “Sokakta el ele yürüyorlardı. Onun elini avcunda götürmenin eski yürek çarpıntısı nerdeydi? Deminki sinemanın perdesi ardındaki evlerde yaşayanların sinema gürültüsüne, Naciye ablanın çocuk şamatasına alıştıkları gibi yoksa iki insan da birbirlerine alışıyor muydu? Gitgide, yakınlıkları yalnız kolkola yürümelerinde, aynı yatakta yatmalarında kalmış karı-kocalara mı benzeyeceklerdi? Dayanamazdı buna.”. C. kimse ile birlikte uyumazdı. İnsanın uykusundaki salmışlığının iki insan arasındaki büyüyü kaçıracağını düşünürdü. Bu bakımdan “Nasıl Yapmalı?”daki Vera Pavlona, Kirsanov (umarım yanlış hatırlamıyorumdur isimleri) ilişkisine benzetmedim değil. “İki kişilik toplum”daki insan ilişkileri üzerine düşünceleri oldukça ilgi çekici C.’nin.

C. karakteri fazlaca geçmişin izlerini taşıyor. Babasından nefret ediyor ve onun dediklerinin tersine yöneliyor tüm hayatı. İş adamı ol diyor babası, o aylak olmayı seçiyor. Hayatı boyunca bıyık bırakmıyor. Ve onda iz bırakan önemli iki şey “bacak” ve “kulak”. Kadınların bacaklarına bakamıyor, ne zaman bakacak olsa kulağı kaşınıyor. Babasını teyzesi Zeynep’in bacaklarında gördüğünde dayanamayıp üzerine atlıyor, babası da kulağını koparıyor. Burada anladığım kadarıyla önemli nokta C.’nin teyzesi Zeynep’leyken hissettikleri. Hayatı boyunca bu duyguları arıyor aslında, arzuladığı kadınlarda Zeynep’ten bir şeyler arıyor. Örneğin Ayşe’nin kucağına yatması, böyle bir duyguyu yeniden yaşayabilir miyim diye biraz ona benzettiği bir kadını parayla tutması. C. Zeynep yerine koyabileceği birini arıyor aslında hayatı boyunca. Bir de yine anlayabildiğim kadarıyla C.’nin Ayşe’nin bacaklarında bu fobiyi atlatabilmesinin sebebi de onun bacaklarını Zeynep’inkine benzetmesi ve o an kendini babasının yerinde düşünmesi. C.’ye dair son olarak ben de yaptığı iki çağrışımla bitiriyorum; birincisi Into the Wild filmindeki Aleksander Sürperberduş tiplemesine benzetişim. Ailenin karakterler üzerinde etkisi ve bunun sonucunda başına buyruk yaşayan, kendince “onu” arayan, iki karakter. Biri için “o” Alaska’ya dönüşüyor, diğeri için ise var olup olmadığı bile tam anlaşılamayan bir kadına. Ve sonuçta ikisi de istediklerine ulaşamıyor. Bir diğer çağrışım ise bir şarkı; Genç Osman’nın son albümündeki “Hepsi Aynı” şarkısı ile C.’yi kapatıyorum:

Benim duyduğum hep aynı sözler
Dönüp dolaşan dudaklarda
Farklı olsa da gördüğüm yüzler
Değişmedi hiç kelimeler
Bildiğim hep aynı dertler
Aynı ya da benzer nefretler
Sevindiren hep aynı sözler
Umutla söylenmiş teselliler
Nereden bakarsan bak, Hepsi Aynı
Bir ben miyim şimdi, herkesten ayrı
İstediğin her yerden bak, ben miyim farklı
Ben miyim farklı
Benim bildiğim hep aynı, söylerim
Bunlar neden, bu kavgalar kimin için
Değişemem ben, artık vazgeçemem
Aynı olsak, kendimi neyleyim
Senin derdin, ben sen gibi değilim
Denedin, yine de sevmedin
Hiçbiri yeni değil, hep aynı dertler
Dönüp dolaşan dudaklarda
Sonra dur, dur biraz
Küçük farklar var bizi ayıran
Küçük farklar özel yapan   


“Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” gelmeden önce:

Her zamanki gibi saat altıya gelirken uyandığı bir salı sabahı, yüzünü yıkayıp giyindikten sonra on iki yıldır ilk kez ortalıkçı kadını uyandırmadı Zebercet. “Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” hiç gelmemiş olsaydı belki de uyandırırdı. O kadın üç gece kalıp gidene kadar hayatı hep aynıydı. Otelden dışarı yalnızca bazı rutin işlerini halletmek için çıkardı. Berberine hep aynı periyotla giderdi. Yaşadığı yerin dışına bir tek askerde çıkmıştı. Ara sıra aklına gelen anılardan büyük bölümü yine bu askerde geçirdiği döneme dairdi.

Zebercet’te değişim başlıyor; önce umut:

Kadının yeniden geleceğini düşünüyor. O zamana kadar kesmediği bıyıklarını kesmeye, sonra da kendine yeni elbise almaya gidiyor. Her zaman gittiği berbere gitmiyor bu kez -C’nin de nefret ettiği gibi müşterisi olduğu bir yerle bıyığına dair muhabbet etmek zorunda kalacağını hissettiği için- başka bir berbere gidiyor. O kadının kaldığı odayı artık kimseye vermiyor, odada hiçbir şeyin yerini değiştirmiyor. Bir yandan Emekli Subay’la içten içe rekabete giriyor, onun da o kadın için orada kaldığını düşünüyor. İlk pes eden –Zebercet’e göre- Emekli Subay oluyor ve otelden ayrılıyor. Bir zaman sonra Zebercet’in de ümitleri tükeniyor.

Umutlar bitince:

Artık eski tatmin etmiyor Zebercet’i, ne cinsel arzularını giderdiği ortalıkçı kadın kesiyor ne de tüm o rutin işler. Zebercet dağılmaya başlıyor. Bir gece aniden gelen müşterileri geri çeviriyor “otel dolu”. Sonra kimseyi almamaya başlıyor, ortalıkçı kadın ve kendisi kalıyor artık otelde. Ardından sadece kendisi. Bir gece cinsel arzularının giderdiği bir zaman ortalıkçı kadın “Zeynep”i öldürüyor Zebercet. Tam olarak neden yaptı bilemiyoruz; onunla tatmin olmama ile onu tatmin edememe ve “kaybetme” duyguları yaptırmış olabilir Zebercet’e. Bir an yapmak istiyor ve yapıyor, öylece kafasına estiği gibi, Aylak Adam gibi. Bu andan sonra hayat tamamen bulanıklaşıyor Zebercet için. Meyhanede içiyor, yan masada duyduğu bir horoz dövüşüne gidiyor. Orada tanıştığı oğlan çocuğuna yakınlaşmaya çalışıyor. Hayat anlamsızlaşıyor, hep büyük bir dikkatle doldurduğu kayıt defterleri, ayrıntılardaki özen, hepsi kayboluyor. Zebercet sürükleniyor ve sonunda kendisini asarak intihar ediyor.

Zebercet hayattan beklentisini kaybediyor,  içindeki boşluğu dolduramıyor. O Aylak Adam gibi değil, kimliğinin içinde bulunduğu kalıbı aşamaz. Kadının ardından geçmişte yaşadığı hayatının tekdüzeliği ve sınırlı yaşam alanı yetmiyor artık. C.’nin kalıbı yok, onu bir kalıba sokamıyor kimse. Arıyor, boşlukta hissediyor kendini ama kendini hiçbir zaman çaresiz hissetmiyor. Aramanın kendisi çevreleyen sınırları siliyor onun için. Zebercet alışkanlıklarla, aynılıklarla yoğrulmuş. Zebercet artık sorgulayamaz, artık değişemez, değişirse bunu kaldıramaz. Ve Zebercet kaldıramıyor.

İnsan peş peşe iki romanı okuyunca fantastik hikâyelerle birbirine bağlayıveresi de gelmiyor değil. C.’yi Anayurt Oteli’nde düşündüm bir an. Bence Zebercet’e kafayı takardı, o çünkü diğerlerine benzemiyor. Onunla konuşurdu tam çözemediği için deli olup iyice ona yaklaşırdı. Belki de onu bu bunalımdan kurtarırdı bilemiyorum. Deli delinin dilinden… Ya da son dönem gitseydi de Zebercet onu içeri almasaydı.

-         Otel dolu.
-          Ne kadar istiyorsun söyle?
-          Otel dolu dedik.  


Zebercet için hayat flulaşmış parayı mı görecek. C. parayı görüp de çözülmeyen bir karakterle karşılaşmanın hayretinde yapışırdı Zebercet’in yakasına, o otele girene kadar peşini bırakmazdı Zebercet’in. Sonra eğlenceye gel. Ne keyifli olurdu değil mi?

Son olarak Yusuf Atılgan’a dair de bir şeyler yazıp bitiriyorum değerlendirmemi. Öncelikle bu mükemmel eserleri bu kadar geç okumuş olmanın üzüntüsünü yaşadım bittiklerinde. Kesinlikle okuduğuma memnun olduğum müthiş eserler Aylak Adam da Anayurt Oteli de. Yusuf Atılgan’ın dili, romanların kurgusu, küçük ayrıntılardaki incelikler, hepsi, hepsi çok iyiydi.  İki pasajla noktalıyorum değerlendirmemi:

“Karşıki evin yapraklar arasından görünen pencerelerinden birine bakmak istedikçe göz kapakları düşü düşüveriyordu. Sağ elinde bir kaşıntı duydu. Bakınca, elin üstündeki ufacık yara kabuğunun kıyısında bir sinek gördü. Dış kapıdan onunla birlikte girmiş olacaktı. Arka ayaklarıyla kanatlarını kaşıyordu. Elini sallayıp kovdu.”

“Patlayan bir tabanca sesiyle birlik fon müziği durdu. Perdeyi saran sessizlikte neredeyse gözlerini açacaktı. Yönetmenin gene ne haltlar karıştırdığını merak ediyordu. Açmadı. Işıklar yanıncaya dek, demişti. Bu kararı ancak Ayşe’nin omzunda bir kıpırtıyla ona söyleyeceği bir söz bozabilirdi. Gözlerini açmanın dayanılmaz isteğiyle bu sözü bekledi. Ona değen kendi kolunda en ufak bir yer değişikliğinin bile olmamasına çalışıyordu. Önemli olan bunun öteden gelmesiydi.”




25 Mart 2013 Pazartesi

BİR KIŞ GECESİ EĞER BİR YOLCU - ITALO CALVINO




Tür: Roman
Çevirmen: Eren Yücesan Cendey
Sayfa Sayısı: 249
Öylece başladığın bir kitabın akşamında


Sadece arkasını okuyarak pek önemsemeden aldığın romanlardan bir tanesi; öylece başlıyorsun okumaya.


“Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içerisinde yok oluversin.”

Cezbedici giriş aklındaki soru işaretlerini ortadan kaldırıp romana odaklanmanı sağlıyor.

“En rahat edeceğin konumu al: otur, uzan, kıvrıl, yat. Koltukta, divanda, sandalyede, şezlongda, pufta. Bir hamağın varsa, hamakta. Ve elbette yatakta ya da yorganın altında.”

İyice girdin romana. Duruşunu düzelttin, daha rahat olup olmadığını birkaç kez kontrol ettin. Derken elindeki kitabı bir kitapçıdan çetrefilli yolları aşarak alan romandaki okuyucuyla özdeşleştiğini fark ettin. Sonuçta ilk sayfayı birlikte çevirdiniz ve roman bir tren istasyonunda başladı [sen].

İşte bu noktada bir miktar içim sıkılmaya başladı. Oldum olası bu etkileşimli anlatımlardan gerilmişimdir [ben]. Tıpkı ders anlatan hocanın hiç kimsenin beklemediği bir anda parmağıyla aniden işaret ederek “evladım sen söyle” demesinin ardından, o parmağın gösterdiği yöndeki sıranın yakın çevresindeki tüm öğrencilerin “ben mi” gerilimini yaşaması gibi romanın içindeki okurla sen, yani ben gerçek okurun kesişmesi bir gerilim kaynağıdır [sen ve ben]. Ayrıca bu ilk şokun ardından ikinci talihlinin kim olacağı belirsizliğinin gerilimi ilk talihli hariç artık tüm sınıfın üzerindedir ilk örneğimizde, romanda ise her an tetikte olmalısın sen, çekilen topun yeniden torbaya atılması durumu geçerlidir senin için, bir sonraki sayfada yine sen çıkabilirsin Okur olarak. Yani işin içine “sevgili okur” girince biraz çekinmeye başlıyor insan.

Yarıda kesilmiş romanların arasında

Çekindiğimiz kadar var. Başladığımız romanlar yarıda kesiliyor. Tam bir romana giriyoruz derken başka bir romanda buluyoruz kendimizi. Romanın kendisi olan Erkek Okur’la Kadın Okur yarım kalan romanların peşinden sürüklenirken, biz de romana giriyoruz. Bazen hiç alınmıyoruz; yazar Erkek Okur’a seslenirken bizim için o an üçüncü tekil kişi olan, romanın içindeki Erkek Okur’la etkileşim içinde olduğunu düşünüyoruz, bazen de onunla özdeşleşip romanın kendisi biz oluyoruz [sen ve ben]: Otobüsteyim okuyorum. Romanın en can alıcı yerindeyim; belki Sarp Bir Yamaçtan Sarkarken’in son bölümündeyim, belki de Gölgenin Yoğunlaştırdığı Aşağıya Bakarak’ın en gerilimli yerindeyim bilemiyorum ve hevesle devam ediyorum. Romanın sürükleyiciliği zaman ve mekânı unutturmuş. Bir an için kafamı kaldırıyorum, şans! İleride ineceğim durak. Yarıda kesmek zorunda kalıyorum. Ama işte o an romanın içindeyim. O talihsiz, romanı yarıda kesilen Erkek Okur bu kez benim [ben] ya da -ve belki de- en heyecanlı yerinde gelen arkadaşlarının okumanı engellediği ve gitmek bilmediği sensin, ayrıca Erkek Okur olmak zorunda da değilsin [sen]. Hikâyenin peşinden koşuyorum, tek düşüncem bir yer bulup devamını okumak. Sonunda başlıyorum tekrar ve yarıda bıraktığım roman yine kesiliyor [ben], bu kez romandaki Erkek Okur’un maceraları başlıyor.

Kitabı okurken, romandaki okuyucuların (Erkek Okur ve Kadın Okur) okuma eylemine dair görüşlerini almak ve eğer sen de fena bir okuyucu değilsen bu görüşlerle etkileşime geçmek ve işte bu iç içe geçmeler, sende bir hoşnutluk yaratıyor. Böylece geçen on ayrı roman ve bu romanları içinde barındıran romanın ardından, bu birbirini ve seni çevreleyen kurgunun mutluluğuyla bitiriyorsun romanı. Sıkılmadığın olmadı mı oldu. Tam içine giremeden biten romanlar olmadı mı oldu. Ama ilerledikçe, kurgunun kendisi, romanların içindeki incelikler ve geçişler bu şekilde bırakmanı sağladı sonunda elinden [sen].

Mutlu sonla bitirip yazarken saçmaladığında

Italo Calvino bir yazar olarak okuyucularıyla iletişim kurarken, bir okur olarak da kendi kitabıyla iletişime geçiyor. Yazarlıkla, okurluğu iç içe geçiriyor. Sanki yazma eylemiyle dalga geçiyor. Alışkın olduğumuz “bir konu üzerinde akıp giden bir roman”ın rotasını tamamen değiştiriyor; akıp giden farklı romanların bir romanla birbirine bağlandığı ve romanın içindeki okurlarla sen yani ben gerçek okuru da içine alan farklı bir roman yaratıyor. Ben bu farklı romanı çok beğendim. Eminim sen de beğendin. [sen ve ben]  

Gece yarısı olmuş demektir

Bu değerlendirmemi bir Okur’un [ben], diğer bir Okur’a [sen] ithafen yazdığı bir yazı olarak düşündüğümden böyle acayip yazıyorum. Ya da gecenin bir yarısı can sıkıntısıyla bunları yazarken canım geyik yapmak istedi biraz; [sen], [ben] falan. İşte bu kadar. 25.03.2013 – 05:20

Bu da kitaba ithafen: Öylece başladığın bir kitabın akşamında yarıda kesilmiş romanların arasında mutlu sonla bitirip yazarken saçmaladığında gece yarısı olmuş demektir.




      


  

19 Mart 2013 Salı

Küçük Kara Balık - Samed Behrengi





Tür: Öykü - Çocuk
Çeviren: İlknur Özdemir
Resimleyen: Serap Deliorman
Sayfa Sayısı: 60

Elimi çabuk tuttum. Başbakanlık İletişim Merkezi (BİMER) henüz el atmadan okuyuverdim Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık öyküsünü. Belki gözden kaçtı, belki de öğretmenler kitap önermiyorlar artık; önerilmiş olsa daha körpecik çocukları yoldan çıkarabilecek bu öyküye “örf ve adetlerimizi” dikkate alarak bir işlem uygulamaları gerekirdi. Neyse ben duyarlı bir vatandaş olarak görevimi yapıp şimdiden yetkilileri uyarıyorum; bir gün bir öğretmen çıkar, bu öyküyü öğrencilerine önerir sonra sizin başınız ağrır, belki de şeytan dürter çocuk bir yerlerden duyar, görür, okur sonra yetişen nesilden yine sizin başınız ağrır. İyisi mi siz 12 Eylül döneminin yasaklı kitaplarından olan Küçük Kara Balık’a geç kalmadan dönemin ruhuna uygun bir müdahalede bulunun benden uyarması!

Çocuk kitapları okuyorum evet. Çocukluğumda okumadığım nice çocuk kitaplarına bir özlem mi? Olabilir. Ancak buna vesile olacak bir şeylere ihtiyacım vardı: Irmak, Güneş ve Deniz! Benim sevgili dünyalar tatlısı yeğenlerim. Şu an üçü de tam mıncırmalık, ısırmalık. Güzel güzel büyüyorlar. Eh ben de bir yaşa geldim hani, üç çocuk amcasıyız bugüne bugün. Bir işe yarayalım değil mi? İşte bu tatlı tatlı büyüyen yeğenlerime güzel kitaplar alayım istiyorum. Okul bitsin daha neler alırım ancak şimdilik elden gelen bu kadar. Evet, sırf yeğenlerim güzel kitaplar okusun diye. Bugün kargoyu alır almaz okumamın başka bir sebebi yoktu! Sağ olun var olun çocuklar sizler olmasanız utanır okuyamazdım vallahi. Utanmadan yazıyorum bir de hatta.

Küçük Kara Balık’a gelirsek, boşuna yetkilileri uyarmadık; Küçük Kara Balık tam bir devrimci. Sorgulayan, yaşadığı alanın sınırlılığıyla yetinmeyen, ötesini, ilerisini düşünen ve düşünceleri uğrunda kararlar alıp gözü pek hareket etmekten çekinmeyen bir balık. Bu balık dogma kabul etmiyor, eşitsizliğe, bencilliğe göz yummuyor ve asla birilerinin suyuna gidip çıkar sağlamaya çalışmıyor.

7 yaş üzeri masal kitabı olarak önerilen bu öyküyü bizim bıcırıklar ne zaman okur bakalım. Annelere de bir okutmak lazım tabi. Öneriyorum anneler siz de okuyun…

Not: soL Kitap ekine Samed Behrengi’yi ve bu öyküyü tanımamı sağladığı için teşekkürler.   

19 Şubat 2013 Salı

YAŞAMIN TÜM ÇEŞİTLİLİĞİ - İLERLEME MİTOSU, STEPHEN JAY GOULD





Tür: Bilim
Yayına Hazırlayan: Murat Gülsaçan
Çeviri: Rahmi Öğdül
Sayfa Sayısı: 320
Yayınevi: versus

Şimdiye kadar evrim üzerine okuduğum kitap ve makalelerde, genel evrimsel işleyiş mekanizmalarına dair bilgiler edinmiştim. Örneğin türleşmenin ya da evrimin temel yasalarından olan doğal seçilimin nasıl işlediğini biliyordum. Dolayısıyla evrim gerçeğinin nasıl işlediğine dair de okuduklarım doğrultusunda çok fazla boşluğa yer vermeyecek şekilde –öyle sanıyordum- sistematik bir görüşe sahiptim; ta ki bu kitabı okuyana kadar.

Burada bir itiraf: “Yeraltından Notlar”a dair karalarken “görünenin insanları tatmin etmesi” üzerine veryansın etmiştim. Kendi kazdığım kuyuya düştüğümün farkındayım! Daha önce evrimin nasıl işlediğine –tüm detaylarıyla bilmesem bile- dair şüphe duymamıştım, dolayısıyla “görünen” beni gerçekten tatmin etmişti. Tabii orada kastettiğim örneğin evrim gibi bir gerçek ortada çok net bir şekilde dururken, bu gerçeğe ulaşma imkânına sahip insanların yine de var olan “geleneksel” basmakalıp görüşlerine dair şüphe duymaması ya da şüphe duysa da bunun üzerine gitmekten korkması üzerineydi. Dolayısıyla ana eğilimler üzerine bir genelleme yapmaya çalışmıştım, lakin kıvırmaya da lüzum yok; yaptığım genellemenin bir ana eğilim içerisindeki teknik başlıklar ya da meşakkatli meseleler için de geçerli olduğunu ve bu konuda yanıldığımı söylemeliyim. Şimdi rahatladım devam ediyorum.

Evrimin basitten karmaşığa doğru bir ilerleme şeklinde tanımlanan genel görüşü (ben de bu şekilde bir “ilerleme” olarak düşünüyordum) tam anlamıyla bir bozguna uğratıyor yazar. Bunu öncelikle kitabın başarılı kurgusu ile gerçekleştiriyor. İlk başta ukala gelen üslup ise yerini ilerleyen bölümlerdeki muazzam anlatım sayesinde saygıya bırakıyor. Dört bölümden oluşan kitapta yazar, ilk bölümde hedefe “şeyleri” insan merkezli yorumlama dürtümüzü yerleştiriyor. Bir zamanlar dünyanın evrenin merkezi olduğunu ve diğer gezegenlerin dünyanın etrafında döndüğünü reddedilemez bir gerçek olarak algılamamız gibi, bu konuda da benzer bir yaklaşım içerisinde olduğumuzu gösteriyor.

Dünyanın evrenin merkezi olduğu görüşünü basitçe bir gözlem üzerine yapılmış masum bir değerlendirme olarak ele alamayız bence, belki ilk başta öyle olabilir ancak bu görüş dinselliğin de eklenmesiyle aksi iddia edilemeyen bir dogma haline getirildi. Burada insan merkezli yaklaşımın, her şeyin insanlar için yaratıldığı (ve bilimi de sarmalayan; o dönem bilim ve din iç içe) genel yaklaşımına yedirilmişti, dolayısıyla bu görüşü yıkmak aynı zamanda insan merkezli görüşü de yıkmak anlamına geliyordu. Tabii kısmen. Hala bu yaklaşımdan çeşitli nedenlerle kurtulamadığımızı gösteriyor bu bölümde yazar, evrimi kabul etmiş insanlarda bile! Örnek olarak şimdiye kadar evrimi anlatmak için kullanılan resimlerde hep “aşağıdan”, basitlikten başlayıp ara aşamaları mümkün olduğu kadar çabuk geçip sonuçta ve en ileride insana ulaşılmasını gösteriyor.  

Yazar bu soruyla devam ediyor: Evrim basitten karmaşığa doğru bir ilerleme midir? “…Bu çarpıtma bir safsataya dayanıyor: evrimin belirleyici ve temel bir sonuca doğru ilerleyen temel bir eğilim ya da itme kuvveti içerdiğine yaşam tarihinin tüm diğerlerinin üzerinde ve onu özetleyen bir özelliği olduğuna dair bir safsata.” Diye yanıtlıyor. İnsan evrim çalılığında sadece küçük bir dal ve son dilimde büyümüş bir daldır diyor. Darwin’in devriminin bu insan merkezli görüşle sekteye uğratıldığını ve ancak bundan kurtulmakla tamamlanabileceğini söylüyor. “…Darwin’in devrimi; ancak küstahlığımızı kesin olarak başımızdan attığımız ve yaşamın tahmin edilemez yönsüzlüğünü evrimin açık içerimleri olarak kabul ettiğimizde tamamlanacaktır.” Ve devam ediyor: “Şayet tohumdan itibaren yeniden yetiştirilmesi mümkün olsa aynı dal grubunu asla üretmeyecek muazzam bir yaşam ağacında, Homo Sapiens’in daha dün ortaya çıkmış minik bir filiz olduğunu kabul ettiğimiz taktirde, yani Darwinci topolojiyi ciddiyetle ele alırsak bu devrim tamamlanacaktır.” Bu görüş insan aklını küçümseyen ya da küçülten bir durum değildir kanımca. Birincisi bu durum bizden bağımsız olarak gerçektir. İkincisi ise bu gerçeği kabul etmemek aslında insan aklını küçültmek ve sınırlamak anlamına gelir.

İkinci bölüm bu ilk bölümde ifade edilen genel yaklaşımı çürütmeye yönelik bir hazırlık bölümü niteliğinde. Bu bölümde iki örnek üzerinden, genel bir sistemde ya da bir varyasyonda uç örneklere odaklanarak sistemin bütününe dair çıkarımlar yapma hastalığına değiniyor. Bu kısa bölüm “evrim neden bir ilerleme olarak tanımlanamaz”ın ispatlanacağı diğer iki bölüm için ön örnekler şeklinde düşünülebilir.

Üçüncü bölümde yazar argümanının bamtelini başka bir örnek üzerinden (zamanla beysboldaki 0,400 ortalama sopa sallama becerisindeki azalma) veriyor ve olayı kavratıyor. Diğer bölümde ise bu yaklaşımla anlatmak istediğini toparlıyor ve sonuca varıyor. Üçüncü bölüm kitapta en keyif aldığım ve şaşırdığım kısım oldu, bu uzun bölümde yazar meseleyi tüm yönleriyle ele alıyor ve istatistik yardımıyla kanıtlayarak olaya noktayı koyuyor. Dolayısıyla ilk bölümde haksız bile olabileceği tespitlerini boşluğa yer bırakmayacak şekilde ikna etmenin de ötesinde bilimsel olarak ispat ediyor. Yapılan yanlışın varyasyonun ele alınışında olduğunu adım adım gösteriyor.

Son bölümde ilginç bir ayrıntıya da yer veriyor yazar; aslında “evrim” olarak tanımladığımız ve kullandığımız sözcüğü Darwin’in benimsemediğini, ilk başta tepki gösterdiğini belirtiyor. Türlerin Kökeni’nin ilk baskısında evrim sözcüğü yer almıyor ve bunun yerine “değişikliklerle türeyiş”i kullanıyor Darwin. Herbert Spencer İngilizce konuşma dilinde ilerleme anlamına gelen “evrim”i kullanıyor, bu tanımlamanın rağbet görmesiyle Darwin de kabul etmek durumunda kalıyor. Darwin kuramında tahmin edilebilir bir değişimden bahsetmediği ve dolayısıyla bir ilerleme anlatmaya çalışmadığı için ilk başta tepki gösterdiği bu sözcüğe, Türlerin Kökeni’nin son bölümünde açık kapı bırakıyor:

“Doğal seçilim sadece her varlığın yararı lehine ve bu yarar sayesinde iş görür, doğuştan gelen bedensel ve zihinsel yeteneklerin hepsi mükemmelliğe doğru ilerlemeye eğilim gösterecektir.”

Yazar soruyor; Doğal seçilimin eski bir ilerleme dogmasını yıktığını şevkle ilan ettikten sonra Darwin, nasıl oldu da böyle bir cümle yazabildi?

“Darwin’in görüşlerin çözümü mümkün olmayan tutarsızlıklar taşıdığına inanıyorum. Entelektüel radikal olan Darwin, kendi kuramının neleri gerektirdiğini ve neler içerdiğini biliyordu; ne var ki sosyal muhafazakâr olan Darwin, böylesine bağlılık hissettiği ve içinde rahat şekilde yaşadığı (tarihin kilit bir anında) bir kültürün belirleyici ilkesini yıkamazdı” diye yanıtlıyor ardından yazar. Son olarak bu meseleye dair şöyle ekliyor ve bitiriyor: “Darwin’in psikolojisinin derinliklerini kavradığımı iddia etmiyorum. Ama ilerleme üzerine bu yeterince ikna edici olmayan ve zorlama argümanın, kişiliğinin iki farklı veçhesi arasındaki, entelektüel radikalizmi ve kültürel muhafazakârlığı arasındaki çatışmadan kaynaklandığını hissediyorum. Sevdiği ve kendisini ödüllendirmiş olan toplum, ilerlemeyi kendi düsturu ve tanımı olarak saygın bir yere yerleştirmişti.”

Son kısmın, önceki çok başarılı bölüm ile birlikte temel yaklaşımın kavratılarak, bir toparlama bölümüne dönüştüğünü belirtmiştim. Yazar bazı soruları yineliyor ve onlara yanıtlar üretiyor bu bölümde: “Yaklaşık 3,5 milyar yaşındaki kayalardan elde edilen yaşama dair ilk fosil kayıt, sadece jeolojik kayıt halinde korunabilen en basit formlar olan bakterilerden oluşmakta. Oysa artık meşe ağaçlarına, peygamberdevelerine, suaygırlarına ve insanlara sahibiz. Peki, böylesi bir tarihin ilerleme sergilediği nasıl inkâr edilebilir ki?”

“Ama ne yazık ki her büyük kesinlik ardından kuşkuyu doğurur. …kafa karışıklığını gidermek için tüm meseleyi esaslı bir şekilde yeniden kavramlaştırmamız gerekiyor. …Bunu da 0,400 ortalama paradoksunun çözümüne ulaştığımız yöntemle, bu kitabın konusunu oluşturan aynı yöntemle yapabiliriz: bir değişimin tarihine, bir yere hareket eden bir ‘şey’den ziyade tüm bir sistemdeki (Yaşamın Tüm çeşitliliğinde) varyasyon artışı ya da küçülmesi olarak bakmak”

“Yaşamın sonsuz çeşitlenmesinde içinden ‘ortalama karmaşıklık’ veya ‘en karmaşık yaratık’ gibi temel bir ölçüyü çekip çıkarıyoruz ve ardından bu varlığın zaman içerisindeki varsayılan artışını izliyoruz. Bu artış eğilimini ‘ilerleme’ olarak etiketliyor ve böylesi bir ilerlemenin tüm evrimsel sürecin belirleyici itme kuvveti olması görüşüne takılıp kalıyoruz.”

Okurken bir sürü not aldığım bu kitabın alıntısı da bol oldu. Çok uzattık, son övgüleri de yapıp bitiriyorum. Açıkçası iyi ki okumuşum kategorisine yerleştirdiğim bu kitabı konuyla ilgilenenlerin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum. Bir de istatistik okuyanlara tavsiyemdir, yardımcı ders kitabı niteliğinde gerçekten. Çok beğendim, bu kadar. 

Kızıl Yıldız - 2 Mühendis Menni, Aleksandr Bogdanov




Tür: Roman
Çeviri: Ayşe Hacıhasanoğlu
Sayfa Sayısı: 160
Bilim kurgu türündeki yapıtlarda genellikle
gerçeklikle bağ kurma, ona dair çıkarımlar oluşturma gayesi öncelikler arasında değildir. Olmalı mıdır olmamalı mıdır orası ayrı bir tartışma konusu, ancak bilim kurgu türünde yazan kişi eğer gerçek bir bilim adamıysa ve kendisi diyalektik materyalist dünya görüşüne sahipse, bizi götürdüğü gerçek üstü dünyasının bilimsel öğelerle bezenmesi ve bu dünyanın gerçek hayata ilişkin uçlar vermesi kaçınılmaz oluyor.

Bogdanov’un romanı Mühendis Menni marstaki yaşamı oraya giden bir dünyalının, Leonid’in gözünden anlatıyor. Aslında anlatılan hikâye biraz farklılaşmış bir dünya tarihi hikâyesi. Kızılyıldız’ın devamı olan bu kitap konusu itibariyle oldukça ilgi çekici. Kızılyıldız’ı okuyalı epey zaman olmuştu, hikâyeyi az buçuk hatırlamakla birlikte, konusu (marsta sosyalist düzenin ilerleyişi), yazıldığı tarih ve bu tarihe rağmen içerdiği bilimsel öngörüleri beni oldukça şaşırtmıştı. Devamı olan bu kitabı da büyük bir merak içinde aldım ve okumaya başladım. Gerçi Bogdanov’un kendisi bir merak sebebi. Önemli Rus devrimcilerinden biri olan Bogdanov, dönemin ünlü bilim adamlarından da bir tanesi. Dünyada bir ilk olan Kan Nakli Enstitüsü’nün başkanlığını yapan Bogdanov, 1928 yılında kendi üzerinde yaptığı başarısız bir deney sonucu hayatını kaybediyor.

Tekrar kitaba gelirsek, dört bölümden oluşan kitapta açıkçası ilk iki bölümde beklediğim “ilgi çekiciliği” bulamadım. Ne edebi, ne de konu anlamında. Ne zaman ki bizim iki mühendis Menni ve Netti konuşmaya, derin mevzulara girmeye başladı, o vakit roman şenlendi. Bilim kurgu anlamında, Kızılyıldız’ın devamı olan bu kitabın ilkine nazaran daha sınırlı olduğunu söylemeliyim. Bunun dışında bu romanın ilgi çekici kısmı son elli altmış sayfasındaki “felsefe notlarında”. Bu arada romanın gizemli bir şekilde ortaya çıkan önemli bir olayı olmadığı için Netti’nin Menni’nin oğlu olduğunu söylememde bir sakınca yok. İşte felsefe notları baba oğul konuşması gibi değil, iki bilim adamı arasındaki ölçülü ve saygılı konuşmayla başlıyor ve Menni’nin iç dünyasıyla hesaplaşmasıyla devam ediyor. Bu baba oğul meselesini söylememdeki kasıt “kimin babasıyla böyle oturup da konuşmuşluğu vardır” sorusunun okurken aklımdan ara ara geçmesiydi. Ancak marsta olur böyle şeyler dedim içimden. Marsta geçmesi değil ama bu durum bilim kurgu anlamında bir adım ileri götürdü kitabı gözümde. Neyse, şimdi bu diyaloglara göz atalım bir miktar:

Netti nasıl bir toplumsal düzenin peşinde olduklarını, örgütlü bir toplamı nasıl kurguladığını anlatıyor:

N: “…Tarihsel görev, insan kişiliğini, etken ve kendine tam anlamıyla güvenli bir varlığı yaratmaktı, insan kişiliğini feodal dönemin insan sürüsünden ayırmaktı. Bu yapıldı ve işçi sınıfı içinde artık başka bir görev gerçekleşiyor. Söz konusu olan bu atomları bir araya toplamak, onları en üst düzeyde bir bağla bağlamak, bu atomları kendiliğinden ortaya çıkmış çelişkili iş birliğini uyumlu ve düzgün bir hale getirmek, onları tek akıllı insanlık organizması içinde kaynaştırmaktır…”

Birkaç diyalog sonra:

M: “…Siz de insanları hücreye benzer varlıklara dönüştürmek istiyorsunuz galiba?”

N: “Hayır, biz bunu istemiyoruz. Organizmanın hücreleri, ait oldukları bütünün bilincinde değildir; bu nedenle çağdaş insan tipi onlara daha çok benzer. Biz insanın yüce emek bütününün bir elementi olarak kendisinin tam bilincine varmasını istiyoruz.”

Diyalektiğe ilişkin notlar; diyalektiğin temel ilkelerinden olan çelişkiye özgürlük kavramı üzerinden ulaşıyor Netti:

M: “Yani despotizm, zulüm, zorbalık olmasaydı, bunları ortadan kaldırmak için ortak çabalar olmayacağı için özgürlük düşüncesi de olmayacak mıydı?”

N: “Kesinlikle öyle. Özgürlük düşüncesinin canlı bir anlamı olmasaydı nasıl düşünce olabilirdi ki?”

“İnsanların yaşamı ve gelişimi hiçbir baskı ve boyunduruk altında kalmadığında özgürlük düşüncesi de ömrünü tamamlamış olacaktır. Düşünceler doğar, yaşamak için savaşır ve ölürler. Genellikle biri diğerini öldürür, özgürlüğün otoriteyi, bilimsel düşüncenin dinsel düşünceyi, yeni bir kuramın eskisini öldürmesi gibi.”

Bir kısmını paylaştığım bu diyalogları okumak gerçekten keyifliydi; katıldığım ve katılmadığım yönleriyle.
Menni tüm bu diyaloglar sonucu yeni toplumsal düzene ikna oluyor, ya da ikna olmasa bile ilerlemeyi bir şekilde kabulleniyor ve vampir efsanesindeki gibi gerici bir konuma düşmeden aradan çekiliyor.

Romanın en çok üzerine konuşmaya değer kısmı ise bu vampir efsanesinin geçtiği bölümdü bence. Bu bölümde sınıfsal yönelimlerin farklı konjonktürlerde nasıl değişebildiğini bu efsane üzerinden oldukça güzel betimlemiş Bogdanov. Açıkçası romanın zaten sınırlı olan tadını kaçırmaya niyetim yok o yüzden daha fazla açmayacağım bu vampir efsanesini. Kızılyıldız’ın akılda kalan olumlu izlenimleriyle merak içerisinde aldığım bu romandan, parça parça beğendiğim kısımlar olsa da bütüne baktığımda benzer bir tat alamadığımı söylemeliyim. Eğer siz de Kızılyıldız’dan sonra bu kitabı merak edenlerdenseniz, büyük beklentilerle başlamanızı tavsiye etmem. Benden söylemesi.
  

5 Şubat 2013 Salı

TÜRLERİN KÖKENİ - CHARLES DARWIN (Resimli Uyarlama)

Tür: Resimli Uyarlama
Hazırlayan: Michael Keller
Resimleyen: Nicolle Rager Fuller
Çevirmen: Murat Gülsaçan
Sayfa Sayısı: 192




Özellikle son yıllarda çok bilinen kitapların uyarlama hallerinin ve mangalarının birbiri ardına yayımlandığına ve adeta bir furyaya dönüştüğüne şahit olduk, oluyoruz. Açıkçası ilk çıktığından beri bir önyargım var bu kitaplara ilişkin. Hatta bir kitapçıda alan birine rastlasam da kısa saçlı, otobüslerde gençlerin, sokakta türbanlıların korkulu rüyası, İzmirli “cumhuriyet teyzeleri” nidasıyla “ne diye alırsınız bu kitapları bilmem ki” deyiversem diye içimden geçirmişliğim vardır. İşin garip tarafı çevremdekilerde ve karşılaştığım hemen herkeste böyle bir eğilim olmasına rağmen piyasada halen bu kitapların bolca bulunması. Şüpheleniyorum, kim alıyor peki bu kitapları?  Tıpkı çevremizde AKP’ye oy veren bir kişi bile bulamazken her iki kişiden birinin ona oy vermesinin ardından etrafımızdaki herkesten şüphelenmek gibi. Kim bunlar? Neden alırlar?

Diye düşünürken içerisindeki başka kitaplara odaklandığım bir evrim setinden çıkageldi Türlerin Kökeni “Resimli Uyarlaması”. İşte AKP’ye de böyle, yanlışlıkla oy çıkıyor sonucuna varmayacağım tabii ki. Kim bu oy verenler? Neden verirler? Sorularım ise ortada duruyor. 

İşte böylece elime geçti benim de bir uyarlama kitap. Hacı yeşili üzerine kirli sarı renklerle bezenmiş yazılar, üzerine serpiştirilmiş hayvanlarla (tamam burasını anlıyorum ya ne olacaktı?) oluşturulmuş tasarımı moralimi daha da bozmuştu. Ancak kapağın ortasındaki öne çıkan fosforlu kelebeğin kaygan yapısına dokunmak bir an olsun hoşuma gitmişti. Okurken ara ara dokunmadım değil. Fakat bu örnekten ne kadar kötü olsa da AKP’de de olumlu bir şeylerin olabileceği sonucunu çıkarmamak gerekiyor! (AKP ile bu tür kitaplara dair başta kurduğum analojinin neden sürekli aklıma takılmaya başladığını gerçekten bilmiyorum, ancak bundan böyle yollarını ayırıyorum bu son artık!)  

Kısacası tüm önyargılarım üzerine gelen bir olumsuzluk daha eklenmişti daha kapağını açmadan. Acaba bu kitap çocuklara evrimi sevdirerek öğretmek için miydi? Keşke çocukken de olsaydı böyle bir kitap belki biraz hevesli olurdum diye düşündüm. Küçükken de bu renkleri hiç sevmezdim ki! Türbe yeşili tanımlamasını “hacı yeşili” olarak kodlamam sanıyorum küçüklükten gelen bir şey. Neyse, işte bu duygu ve düşüncelerle başladım kitabı okumaya, çocuk kitabı mı varsın olsun evde okuyorum nasıl olsa kim görecek diyerek. Çok acımasız başladığımın farkındayım ama bende ilk yarattığı izlenimler gerçekten böyleydi. Yani aşağı yukarı böyleydi.  

Kitabı açar açmaz ilk defa açılan yeni bir kitabın hoş kokusuna karışmış bir boya kokusu aldım. İlk başta çok hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim ancak bu boya kokusu, sayfalar geçtikçe iyiden iyiye artıyordu sanki ve bir yerden sonra rahatsız edici olmaya başladı. Kimi resim derslerinde de böyle olurdu. Ben mi boya kokularını ayırt edemiyorum bilmiyorum ama benzer bir etki yaptığını hatırlıyorum. Burada bir nefes ve açıklama:

Efendim, kitaba gelemedim bir türlü farkındayım. Ona geleceğim ancak kitap zaten bir resimli uyarlama, ben bu kitaba dair bir iki paragraf haricinde ne yazabilirim? En iyisi bu kitabın öncesi, sırası ve sonrasında hissettiklerim. O yüzden devam ediyorum.

Bu boya kokusu yayıldıkça, kitapla aramdaki mesafe -gerçek anlamıyla- arttı. Aksi gibi yazı puntosu küçüktü ve yazı karakterine de alışamıyordum (gerçi sonradan alıştım hatta hoşuma bile gitti). İşte artan boya kokusu ve dolayısıyla artan kitapla aramdaki mesafe, küçük puntolu yazı karakteri ve iyi gören gözlerim arasındaki çelişkilerle birlikte, kâh gülerek kâh şaşırarak kitabın sonuna kadar geldim. Dalga geçmiyorum güldüğüm ve şaşırdığım oldu. (Bkz. Resim 1)  Nasıl bittiğini de anlamadım. Kitap öncesindeki, bu tip kitaplara dair önyargılarımın zayıfladığını söyleyebilirim.

 Resim 1 - Prof. Newton ayağı sertleşmiş bir çamur topuyla kaplı bir kırmızı ayaklı keklik yolluyor. Darwin bu çamuru üç yıldan fazla beklettikten sonra kırarak suluyor ve ardından bir fanusa koyuyor. Sonuçta bundan 82 bitki çimleniyor. Bakın nasıl da hayretle izliyor. Ben de böyle şaşırdım işte.

Sonuç değerlendirmemi bu arada yapıyorum; acımasız eleştirilerle değerlendirmeye başladığım bu kitap, baştaki beklenti düşüklüğünden kaynaklandığını düşünmediğim ölçüde benden geçer not aldı.

Muhteşem çizimler ve Darwin’in mektuplarından, kendi sözlerinden ve elbette yapıtı Türlerin Kökeni’nden bilgilerle oluşturulmuş bu uyarlama, bazı çok göze batan imla hataları dışında, gerçekten başarılı. Özellikle sondaki 1859’da Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından günümüze uzanan, evrimin gelişiminde köşe taşlarını oluşturan takvim, bir derleme anlamında hoş olmuş. Bazı kavramlara ilişkin açıklamalar ise çeviriden kaynaklandığını düşündüğüm nedenlerle bir karmaşaya dönüşmüş ve zor anlaşılır bir hal almış. Elbette çizimlerin açıklanan konu ile çok iyi uyumu ve başarısı bu hataların üzerini bir nebze örtüyor ve kitabın bütününe baktığımda olumlu referans vermemi sağlıyor.
          
Son sözler

Düşünüyorum da tüm bu olumlu referansıma rağmen para verip bu kitap alınır mı? Benim kitap listelerim genellikle bütçeden kaynaklı nedenlerle ilk alınacak kitaplardan oluşur. Derim ki eğer ikincil düşünülecek kitaplara da ayıracak bütçeniz varsa, “belki bir gün vakit olur da göz atarım” diyebiliyorsanız düşünmeden bu kitabı alabilirsiniz.