6 Mayıs 2013 Pazartesi

İki karakter: C. (Aylak Adam) ve Zebercet (Anayurt Oteli) - Yusuf Atılgan



İki ayrı karakter. Biri sıradanlığa katlanamayan sürekli arayışta bir adam; adı bile yok, “C.”, diğeri ise “gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” gelene kadar kendi tekdüzeliğinde hayatını geçirmiş; Zebercet. İkisi de yalnız. İkisi de zor. Boşluktalar. Farklı yollardan ikisi de “onu” bulmak istiyor; biri umutsuzca beklerken diğeri köşe bucak, aklına estiği gibi arıyor.




C. farklının peşinde. İnsanların hayatla kurdukları basit ve tatminkâr ilişkiyi anlayamıyor. “Renksiz, sıkıcı.” Alışamıyor bu yaşantıya; öylece yaşayıp gidemiyor.

“Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının ‘Aman ayol, bu ne kötü şans böyle’ sözüne karşılık kim bilir kaç erkek ‘Üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır’ diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?”

 “‘İş avutur’ derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda dersler verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinemeyecekti. Başka şeyler gerekti.”  

Böyle düşündüğü için mi aylaktı yoksa hayatın akışında olmayıp aylak olduğu için mi bunları düşüne biliyordu? Hayat çok sıkıcıydı, kendine küçük eğlencelikler bulurdu; gözlemlediği sıkıcı trafik polisinin yerinde olsaydı, bir gün tramvaylarla arabaları birbirine karıştırır sonra da bir güzel gülerdi. Sonra kimsenin görmediği dilencilere takılışları; “Doğrusu böyle tatlı şakalar olmasa insan bu dünyada nasıl yaşardı?”. Birkaç kere gittiği restoranda “her zamankinden mi efendim” sorusuyla karşılaşırsa bir daha gitmezdi. Müşteri olamazdı C.

Hep arayıştaydı; onu arıyordu. “Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama yalnız bir teki yoktu”. İnsanlar neden hep beklenen şekilde davranırdı; aradığı öyle olamazdı. Güler’in peşine B. ile el sıkışıp ayrılmalarını beklerken onu şaşırtıp öpüşerek ayrıldıkları için takılmıştı. B.’nin peşinden değil de Güler’den yana gitmesi tesadüftü. Ayşe’nin “o” olabileceğini düşünüyordu. Ama Ayşe de değildi. Onu öperken o an ikisi arasındaki bu özel anı hissetmeyip perdenin kapalı olup olmadığını nasıl düşünebiliyordu? Bu toplum korkusu da neydi? Herkes gibi sıradanlığa razı olacaktı o da. Evlenmek yuva kurmak isteyecekti. Aynıydı işte. Bunu hissettiği an ondan da kaçma isteği duyuyor. “Sokakta el ele yürüyorlardı. Onun elini avcunda götürmenin eski yürek çarpıntısı nerdeydi? Deminki sinemanın perdesi ardındaki evlerde yaşayanların sinema gürültüsüne, Naciye ablanın çocuk şamatasına alıştıkları gibi yoksa iki insan da birbirlerine alışıyor muydu? Gitgide, yakınlıkları yalnız kolkola yürümelerinde, aynı yatakta yatmalarında kalmış karı-kocalara mı benzeyeceklerdi? Dayanamazdı buna.”. C. kimse ile birlikte uyumazdı. İnsanın uykusundaki salmışlığının iki insan arasındaki büyüyü kaçıracağını düşünürdü. Bu bakımdan “Nasıl Yapmalı?”daki Vera Pavlona, Kirsanov (umarım yanlış hatırlamıyorumdur isimleri) ilişkisine benzetmedim değil. “İki kişilik toplum”daki insan ilişkileri üzerine düşünceleri oldukça ilgi çekici C.’nin.

C. karakteri fazlaca geçmişin izlerini taşıyor. Babasından nefret ediyor ve onun dediklerinin tersine yöneliyor tüm hayatı. İş adamı ol diyor babası, o aylak olmayı seçiyor. Hayatı boyunca bıyık bırakmıyor. Ve onda iz bırakan önemli iki şey “bacak” ve “kulak”. Kadınların bacaklarına bakamıyor, ne zaman bakacak olsa kulağı kaşınıyor. Babasını teyzesi Zeynep’in bacaklarında gördüğünde dayanamayıp üzerine atlıyor, babası da kulağını koparıyor. Burada anladığım kadarıyla önemli nokta C.’nin teyzesi Zeynep’leyken hissettikleri. Hayatı boyunca bu duyguları arıyor aslında, arzuladığı kadınlarda Zeynep’ten bir şeyler arıyor. Örneğin Ayşe’nin kucağına yatması, böyle bir duyguyu yeniden yaşayabilir miyim diye biraz ona benzettiği bir kadını parayla tutması. C. Zeynep yerine koyabileceği birini arıyor aslında hayatı boyunca. Bir de yine anlayabildiğim kadarıyla C.’nin Ayşe’nin bacaklarında bu fobiyi atlatabilmesinin sebebi de onun bacaklarını Zeynep’inkine benzetmesi ve o an kendini babasının yerinde düşünmesi. C.’ye dair son olarak ben de yaptığı iki çağrışımla bitiriyorum; birincisi Into the Wild filmindeki Aleksander Sürperberduş tiplemesine benzetişim. Ailenin karakterler üzerinde etkisi ve bunun sonucunda başına buyruk yaşayan, kendince “onu” arayan, iki karakter. Biri için “o” Alaska’ya dönüşüyor, diğeri için ise var olup olmadığı bile tam anlaşılamayan bir kadına. Ve sonuçta ikisi de istediklerine ulaşamıyor. Bir diğer çağrışım ise bir şarkı; Genç Osman’nın son albümündeki “Hepsi Aynı” şarkısı ile C.’yi kapatıyorum:

Benim duyduğum hep aynı sözler
Dönüp dolaşan dudaklarda
Farklı olsa da gördüğüm yüzler
Değişmedi hiç kelimeler
Bildiğim hep aynı dertler
Aynı ya da benzer nefretler
Sevindiren hep aynı sözler
Umutla söylenmiş teselliler
Nereden bakarsan bak, Hepsi Aynı
Bir ben miyim şimdi, herkesten ayrı
İstediğin her yerden bak, ben miyim farklı
Ben miyim farklı
Benim bildiğim hep aynı, söylerim
Bunlar neden, bu kavgalar kimin için
Değişemem ben, artık vazgeçemem
Aynı olsak, kendimi neyleyim
Senin derdin, ben sen gibi değilim
Denedin, yine de sevmedin
Hiçbiri yeni değil, hep aynı dertler
Dönüp dolaşan dudaklarda
Sonra dur, dur biraz
Küçük farklar var bizi ayıran
Küçük farklar özel yapan   


“Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” gelmeden önce:

Her zamanki gibi saat altıya gelirken uyandığı bir salı sabahı, yüzünü yıkayıp giyindikten sonra on iki yıldır ilk kez ortalıkçı kadını uyandırmadı Zebercet. “Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın” hiç gelmemiş olsaydı belki de uyandırırdı. O kadın üç gece kalıp gidene kadar hayatı hep aynıydı. Otelden dışarı yalnızca bazı rutin işlerini halletmek için çıkardı. Berberine hep aynı periyotla giderdi. Yaşadığı yerin dışına bir tek askerde çıkmıştı. Ara sıra aklına gelen anılardan büyük bölümü yine bu askerde geçirdiği döneme dairdi.

Zebercet’te değişim başlıyor; önce umut:

Kadının yeniden geleceğini düşünüyor. O zamana kadar kesmediği bıyıklarını kesmeye, sonra da kendine yeni elbise almaya gidiyor. Her zaman gittiği berbere gitmiyor bu kez -C’nin de nefret ettiği gibi müşterisi olduğu bir yerle bıyığına dair muhabbet etmek zorunda kalacağını hissettiği için- başka bir berbere gidiyor. O kadının kaldığı odayı artık kimseye vermiyor, odada hiçbir şeyin yerini değiştirmiyor. Bir yandan Emekli Subay’la içten içe rekabete giriyor, onun da o kadın için orada kaldığını düşünüyor. İlk pes eden –Zebercet’e göre- Emekli Subay oluyor ve otelden ayrılıyor. Bir zaman sonra Zebercet’in de ümitleri tükeniyor.

Umutlar bitince:

Artık eski tatmin etmiyor Zebercet’i, ne cinsel arzularını giderdiği ortalıkçı kadın kesiyor ne de tüm o rutin işler. Zebercet dağılmaya başlıyor. Bir gece aniden gelen müşterileri geri çeviriyor “otel dolu”. Sonra kimseyi almamaya başlıyor, ortalıkçı kadın ve kendisi kalıyor artık otelde. Ardından sadece kendisi. Bir gece cinsel arzularının giderdiği bir zaman ortalıkçı kadın “Zeynep”i öldürüyor Zebercet. Tam olarak neden yaptı bilemiyoruz; onunla tatmin olmama ile onu tatmin edememe ve “kaybetme” duyguları yaptırmış olabilir Zebercet’e. Bir an yapmak istiyor ve yapıyor, öylece kafasına estiği gibi, Aylak Adam gibi. Bu andan sonra hayat tamamen bulanıklaşıyor Zebercet için. Meyhanede içiyor, yan masada duyduğu bir horoz dövüşüne gidiyor. Orada tanıştığı oğlan çocuğuna yakınlaşmaya çalışıyor. Hayat anlamsızlaşıyor, hep büyük bir dikkatle doldurduğu kayıt defterleri, ayrıntılardaki özen, hepsi kayboluyor. Zebercet sürükleniyor ve sonunda kendisini asarak intihar ediyor.

Zebercet hayattan beklentisini kaybediyor,  içindeki boşluğu dolduramıyor. O Aylak Adam gibi değil, kimliğinin içinde bulunduğu kalıbı aşamaz. Kadının ardından geçmişte yaşadığı hayatının tekdüzeliği ve sınırlı yaşam alanı yetmiyor artık. C.’nin kalıbı yok, onu bir kalıba sokamıyor kimse. Arıyor, boşlukta hissediyor kendini ama kendini hiçbir zaman çaresiz hissetmiyor. Aramanın kendisi çevreleyen sınırları siliyor onun için. Zebercet alışkanlıklarla, aynılıklarla yoğrulmuş. Zebercet artık sorgulayamaz, artık değişemez, değişirse bunu kaldıramaz. Ve Zebercet kaldıramıyor.

İnsan peş peşe iki romanı okuyunca fantastik hikâyelerle birbirine bağlayıveresi de gelmiyor değil. C.’yi Anayurt Oteli’nde düşündüm bir an. Bence Zebercet’e kafayı takardı, o çünkü diğerlerine benzemiyor. Onunla konuşurdu tam çözemediği için deli olup iyice ona yaklaşırdı. Belki de onu bu bunalımdan kurtarırdı bilemiyorum. Deli delinin dilinden… Ya da son dönem gitseydi de Zebercet onu içeri almasaydı.

-         Otel dolu.
-          Ne kadar istiyorsun söyle?
-          Otel dolu dedik.  


Zebercet için hayat flulaşmış parayı mı görecek. C. parayı görüp de çözülmeyen bir karakterle karşılaşmanın hayretinde yapışırdı Zebercet’in yakasına, o otele girene kadar peşini bırakmazdı Zebercet’in. Sonra eğlenceye gel. Ne keyifli olurdu değil mi?

Son olarak Yusuf Atılgan’a dair de bir şeyler yazıp bitiriyorum değerlendirmemi. Öncelikle bu mükemmel eserleri bu kadar geç okumuş olmanın üzüntüsünü yaşadım bittiklerinde. Kesinlikle okuduğuma memnun olduğum müthiş eserler Aylak Adam da Anayurt Oteli de. Yusuf Atılgan’ın dili, romanların kurgusu, küçük ayrıntılardaki incelikler, hepsi, hepsi çok iyiydi.  İki pasajla noktalıyorum değerlendirmemi:

“Karşıki evin yapraklar arasından görünen pencerelerinden birine bakmak istedikçe göz kapakları düşü düşüveriyordu. Sağ elinde bir kaşıntı duydu. Bakınca, elin üstündeki ufacık yara kabuğunun kıyısında bir sinek gördü. Dış kapıdan onunla birlikte girmiş olacaktı. Arka ayaklarıyla kanatlarını kaşıyordu. Elini sallayıp kovdu.”

“Patlayan bir tabanca sesiyle birlik fon müziği durdu. Perdeyi saran sessizlikte neredeyse gözlerini açacaktı. Yönetmenin gene ne haltlar karıştırdığını merak ediyordu. Açmadı. Işıklar yanıncaya dek, demişti. Bu kararı ancak Ayşe’nin omzunda bir kıpırtıyla ona söyleyeceği bir söz bozabilirdi. Gözlerini açmanın dayanılmaz isteğiyle bu sözü bekledi. Ona değen kendi kolunda en ufak bir yer değişikliğinin bile olmamasına çalışıyordu. Önemli olan bunun öteden gelmesiydi.”




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder