14 Ocak 2013 Pazartesi

ZAMANIMIZIN BİR KAHRAMANI – MİHAİL LERMONTOV

Tür: Roman
Çevirmen: Ülkü Tamer
Sayfa Sayısı: 182

Çoğumuzun bir “okunacaklar listesi” vardır sanıyorum. Ben bu listelerden kaç tane yaptım hatırlamıyorum; üzerinde birkaç kitap adı yazılı küçük kâğıt parçaları ara ara bir yerlerden çıkıyor. Bir kısmı okunmuyor bile. Zamanında 19. yüzyıl Rus edebiyatına dair bir liste yapmışım. Ne zamandır elim değmemiş ama belli zor seçiliyor yazılar. Geçenlerde o listeyi buldum. Bir kısmını listeden bağımsız -muhtemelen başka bir listeyle birlikte- okumuştum. Puşkin, Gogol, Çernişevski, Dostoyevski, Çehov okumuşluğum vardır. Birer ikişer kitaplarını okudum şimdi, artistlik olmasın. Tolstoy’un ise Anna Karenina’sını okumuştum bir zamanlar ama hiç hatırlamıyorum; hikâyeyi geçtim keyif alıp almadığımı bile hatırlamıyorum. Tolstoy nedendir bilinmez pek ilgimi çekmiyor. Geçtiğimiz yıllarda onun hayatını anlatan bir film izlemiştim sanıyorum bir miktar ondan. Neyse, konumuz Lermontov. Listede Lermontov’un adını görünce, yüzyılın en önemli şairlerinden biri olmasının yanı sıra, ilginç hayat hikâyesinden dolayı yazdığımı hatırladım. Lermontov henüz yirmi yedi yaşında bir düelloda yaşamını yitiriyor; “Zamanımızın Bir Kahramanı” ise yazarın tek romanı. Romanı okuyunca daha da bir yazık olmuş geçti içimden. Ayrıca koca yazarsın, ne işin var düelloyla falan değil mi? Lermontov üç kez düelloya tutuşmuş. Kitabı okuduğumda yazarın yarattığı karakterlerin eğilimlerini içinde bolca barındırdığını düşündüm. Peçorin’in kötülüğünden bahsetmiyorum. Orasını bilemem. Deli dolu olmasından, yaşama amacından ya da amaçsızlığından. Özgüveni yerinde, herkesi karakterinin baskınlığıyla ve insan çözümlemeleriyle dize getiren (iyi ya da kötü, dize getirmek onu mutlu ediyor, ya da “yaşatıyor işte”) Peçorin, bir anda hayatın kenarına gelebilmektedir; her ne kadar ölümden korksa da. Ya da Vuliç kader var mı yok mu denemesi için kafasına silah dayayabilmektedir. İlginç gerçekten. Böylece romana girmiş oldum, devam edeyim.  
  
Roman yazarımızın Tiflis’ten dönerken Maksim Maksimiç ile karşılaşmasıyla başlıyor. Maksim Maksimiç yaşı ilerlemiş, görmüş geçirmiş bir askerdir. Görüp geçirdiklerini övünerek anlatmaya başlar ancak anlatırken bir yandan da hikâyelerin hiçbir zaman merkezinde olmaması onu yaralar. Bu eziklik roman boyunca olacaktır. Özellikle başkarakterimiz Peçorin’in yanında. Ancak eziklik yalnızca hikâyelerin merkezinde olmamasından kaynaklanmaz. Kentli taşralı ayrımı dönemin belirleyici unsurlarından biridir ve Moskovalı ya da orada bulunmuş, eğitim almış şahsiyetler soyludur. Maksimiç de böyle bir şahsiyetle dost olduğu için ya da öyle zannettiği için büyük bir gurur duyar; anlattığı hikâyeleri de bu gururla anlatır, kendisini de bu hikâyelere bir şekilde yerleştirmeye çalışır. İki bölümden oluşan kitapta, ilk bölüm bana kalırsa uzun bir giriş niteliği taşıyor. Peçorin’in hikâyesini okuduğumuz kitapta, ilk bölümünü Maksimiç’in ağzından öğreniyoruz. Bu bize Peçorin karakterine dair belirli uçlar veriyor yalnızca. Peçorin’e dışarıdan bakıyoruz. Bir şeyler seziyoruz fakat tam anlamıyla çözemiyoruz. Gerçi ikinci bölümde çözüyor muyuz? Ona da hayır. Ancak tüm çelişkileriyle birlikte Peçorin karşımızda beliriyor. Zaten bir insanı “çözmek” nedir onu da tam bilmiyorum. Tek başına tutarlılıktan bahsetmiyorum, tüm yönleriyle bir insan; eksiğiyle artısıyla. Neyse. Maksimiç’in duyguları işin içinde anlayacağınız ilk bölümde ve aslında Peçorin’in gözünden başka bir hikâyedir okuduğumuz diyorsunuz. Bunu tek başına Maksimiç’in hikâyeye kendini de fazlaca kattığını düşündüğümden değil, Peçorin’in olayları farklı görmesinden, kurgulamasından dolayı söylüyorum. Bir de Maksimiç’in Bela ve Peçorin’in hayatında kapladığı yere dair anlattıklarından; gerçi sonradan hem Bela’nın hem de Peçorin’in hayatında yeri olmadığını kendi de anlıyor ve söylüyor, ancak baştaki hikâyenin olduğu gibi durduğu gerçeğini değiştirmiyor. Devam.

İkinci bölümde Peçorin’i günlüklerinden tanımaya, anlamaya başlıyoruz. Meğer ne kurnaz, ne uyanık, ne çakalmış. Affedersiniz. Ya da etmeyin siz bilirsiniz. O dönem Rus edebiyatının özelliklerinden biri de yazarların ara ara okuyucularla kurdukları diyalog. Örneğin Çernişevski, sizce de öyle değil mi benim basiretli okurum diye sorar. Lermontov’da arada bizimle konuşuyor. Şimdi kitapta geçen bir pasaj versem iyi olacak ama tekrar karıştırmaya üşendim doğrusu kusura bakmayın. Peçorin’e dair söylediklerim ise doğrudur. Sondaki argo nitelemeye takılmayın. Zaten özür de diledik. Evet geçiyorum. İşte bu bölüm dananın kuyruğunun koptuğu yer. Dananın kuyruğunun koptuğu derken, olaylar zincirinin son halkası anlamında söylemiyorum. Romanın gücü ve kalbi bu bölüm.

 Öncelikle Pyatigorsk’ta Maşuk Dağı’nın eteklerinde, bölgenin en yüksek tepesinde Peçorin’in tuttuğu evi kıskandığımı belirtmek isterim. Okurken Buca’da Tınaztepe’nin eteklerinde oturuyor olmak içimi öyle yaraladı ki anlatamam. “Fırtına çıktığında bulutlar evimin damına çökecekler” diyor Peçorin. Tek benzerliği böylece kurabildim; biz de yakından görebiliyoruz. Olsun. Bu bölümde Peçorin şov izliyoruz. Peçorin neredeyse tüm Pyatigorsk sakinlerini avcunun içine almış oynuyor. Ya da öyle sanıyor o da Maksimiç gibi, bilemiyoruz. Sonuçta anlatan o ne yapacaksın. Prenses Ligovskaya ve güzel kızı Meri’nin adını zorlandığım için bir daha yazmayacağım bu bölgeye gelmesiyle başlıyor ikinci bölüm. Peçorin ve bir grup asker orada kalıyorlar. Gruşnitski büyük iç çelişkiler yaşayan bir karakter değil biz ona odaklanmıyoruz zaten. Kafası basit çalışıyor, her -Peçorin’e göre- “normal” insanın hislerini taşıyor; kendini büyük göstermeye çalışıyor, sonra bunu kendi kabul etmiyor ama öyle yapıyor. Bkz: Gereksiz olduğu halde yakışıyor diye er kaputu taşırken, subay olur olmaz zaten yakışmıyordu diyerek subay üniforması giymesi. Gruşnitski’yi Peçorin’den daha iyi mi anlatacağım; Peçorin der ki: “…kendilerini ciddi ciddi olağanüstü duygulara, yüce tutkulara ve bilinmedik acılara kaptırıveren kişilerden biridir o. Böyleleri etki yaratabildiler mi mutlu olurlar; taşralı hanımlar bayılırlar bu tiplere. Yaşlanınca ya akıllı uslu çiftlik yönetirler ya da içkiye vururlar kendilerini…”.

Madem üşeniyordun bunu ne diye yazdın be adam diyeceksiniz. Kitap okurken notlar alıyoruz herhalde; devir değişti bilgisayarda alıyorum notları, sonrası kopyala yapıştır. Kullanabilmek için lafı buraya getirdiğim ise doğrudur. Gruşnitski’yi neden bu kadar anlattım başka bir nedeni yok herhalde. Gruşnitski, Peçorin’in eğlendiği karakterlerden biridir. Bölüm boyunca onunla oynar. Özellikle Gruşnitski’nin Prenses Meri’ye başta umutsuz olan duygularında, onu cesaretlendirerek açılmasını sağlar. Prenses Meri güzel, eğitimli ve oldukça akıllıdır. Başlarda Gruşnitski ile ilgilenir. Ya da öyle gözükür. Neden mi? Böyle akıllı güzel Meri neden “taşralı hanımların bayıldığı” Gruşnitski ile ilgilensin? Gruşnitski’nin de kendine özgü bazı özellikleri var elbet, şimdi hikâyenin hepsini anlatmayayım, siz okuyun en iyisi. Peçorin ise sırf keyiflenmek uğruna Prenses Meri’yi kendine âşık etmeye çalışır. Peçorin aslında herkesi bir şekilde kendisine bağlamaya çalışır. Sadece kadınları kendine âşık etmeye çalışan biri değildir. Tüm kişiler üzerinde egemenlik kurmak ister. Kimseyi önemsemez, her şey kendi üzerinde dönsün ister. Tüm bunlarda ise aslında tam bir amaç yoktur. Karakterin “çözülemez” noktalarından biri de işte buradadır. Beğenelim ya da beğenmeyelim, karşımızda duran tüm çelişkileriyle bir insandır. Hatta o kadar karmaşık ki materyalist olduğu belli olan bir karakter son bölümde metafizik öğelere de inanmaktadır. Ya da onunla da dalga geçiyordur; tıpkı kendi yaşamıyla dalga geçtiği gibi, bilemiyorum. Bir yandan Gruşnitski’yi kullanır, bir yandan adım adım planlarını gerçekleştirir. Zaman zaman prensese yaklaşır, çoğu zaman pas vermez. Tatlı Meri’yi sonunda kendine bağlar. Bu arada Meri’ye âşık olmamak da elde değil doğrusu, hem akıllı hem de güzel. Ah nerede bir Meri. Şaka ediyorum alınmayın. Geldik yine bir alıntıya biraz da Peçorin anlatsın düşüncelerini: “…Yolu üstüne çıkan her şeyi yalayıp yutan bu doymak bilmez iştahı duyuyorum. Başkalarının acılarıyla sevinçlerine ruhumu besleyen bir gıda olarak, kendimle ilgili olduğu sürece ilgi gösteriyorum. Sevginin beni çılgınlıklara sürüklemesi artık imkânsız: Hırs, yaşadığım şartlar yüzünden bastırılmış, ama başka bir biçimde ortaya çıkar bende, çünkü bence hırs, egemenlik isteğinden başka bir şey değildir; benim de bütün çevremdekileri boyunduruğum altına almak, kendime göre aşk, bağlılık ve korku yaratmak demek olan asıl zevkim, egemenliğin başlıca belirtisi ve en büyük zaferi değil mi?...”

Psikopatlığa bakar mısınız? Evet, işte Peçorin böyle bir karakter. Çakal dediğimde bana kızmıştınız, artık hak veriyorsunuzdur sanırım. Az bile söylemişim siz başka neler söylüyorsunuz şimdi içinizden. Bahsetmem gereken bir karakter daha var; Vera. Peçorin, Vera ile o malum yerde tesadüfen karşılaşıyor. Vera, Peçorin’i tanıyan tek insandır ancak işin ilginç yanı da buradır. Peçorin’in herkesle, hayatla dalga geçtiğini, kendisi de dâhil kimsenin onu “bağlayamayacağını” bildiği halde Peçorin’e tutkundur. “Aşk hiçbir şey tanımaz” gibi bir tutku değil benim anladığım bu psikopatlığı da sevmektedir. Tam bir karnaval! Bu arada Peçorin de Vera’ya karşı özel duygular beslemektedir ve onu görmekten hoşlanmaktadır. Dünyasını paylaşabildiği tek kişidir Vera. Aşk değil, başka bir şey. Karmaşık duygular varın siz hayal edin biraz da. Ve bir pasaj daha; kentten ayrılan Vera’nın peşinden koşturan Peçorin: “…Çıgınlar gibi kapıya atıldım, avluda gezdirilen Çerkez atıma atlayarak dörtnala Pyatigorsk’a doğru yola çıktım. Durmadan soluyan, köpüklerle kaplı atımı hiç acımadan kırbaçlıyordum. …Pyatigorsk’a geç varıp onu bulamamak düşüncesi, bir çekiç gibi iniyordu yüreğime. Onu bir dakikacık görebilmek, bir dakikacık daha, onunla vedalaşabilmek, elini tutabilmek… …Vera’yı ebediyen kaybetme ihtimaliyle yüz yüze gelince, onun benim için dünyada her şeyden değerli olduğunu anlamıştım – hayattan da, şereften de, mutluluktan da!”. Kimseye bağlanmayan Peçorin bir iç buhran yaşıyor ama kısa süreli. İşte roman böyle. Ben beğendim. Beğenmesem zaten üzerine bu kadar gevezelik etmezdim. Hiç beğenmeseydim o zaman yine uzun bir yazı yazabilirdim. Her neyse işte hepsi bu kadar… Okuyun siz en iyisi.