19 Şubat 2013 Salı

YAŞAMIN TÜM ÇEŞİTLİLİĞİ - İLERLEME MİTOSU, STEPHEN JAY GOULD





Tür: Bilim
Yayına Hazırlayan: Murat Gülsaçan
Çeviri: Rahmi Öğdül
Sayfa Sayısı: 320
Yayınevi: versus

Şimdiye kadar evrim üzerine okuduğum kitap ve makalelerde, genel evrimsel işleyiş mekanizmalarına dair bilgiler edinmiştim. Örneğin türleşmenin ya da evrimin temel yasalarından olan doğal seçilimin nasıl işlediğini biliyordum. Dolayısıyla evrim gerçeğinin nasıl işlediğine dair de okuduklarım doğrultusunda çok fazla boşluğa yer vermeyecek şekilde –öyle sanıyordum- sistematik bir görüşe sahiptim; ta ki bu kitabı okuyana kadar.

Burada bir itiraf: “Yeraltından Notlar”a dair karalarken “görünenin insanları tatmin etmesi” üzerine veryansın etmiştim. Kendi kazdığım kuyuya düştüğümün farkındayım! Daha önce evrimin nasıl işlediğine –tüm detaylarıyla bilmesem bile- dair şüphe duymamıştım, dolayısıyla “görünen” beni gerçekten tatmin etmişti. Tabii orada kastettiğim örneğin evrim gibi bir gerçek ortada çok net bir şekilde dururken, bu gerçeğe ulaşma imkânına sahip insanların yine de var olan “geleneksel” basmakalıp görüşlerine dair şüphe duymaması ya da şüphe duysa da bunun üzerine gitmekten korkması üzerineydi. Dolayısıyla ana eğilimler üzerine bir genelleme yapmaya çalışmıştım, lakin kıvırmaya da lüzum yok; yaptığım genellemenin bir ana eğilim içerisindeki teknik başlıklar ya da meşakkatli meseleler için de geçerli olduğunu ve bu konuda yanıldığımı söylemeliyim. Şimdi rahatladım devam ediyorum.

Evrimin basitten karmaşığa doğru bir ilerleme şeklinde tanımlanan genel görüşü (ben de bu şekilde bir “ilerleme” olarak düşünüyordum) tam anlamıyla bir bozguna uğratıyor yazar. Bunu öncelikle kitabın başarılı kurgusu ile gerçekleştiriyor. İlk başta ukala gelen üslup ise yerini ilerleyen bölümlerdeki muazzam anlatım sayesinde saygıya bırakıyor. Dört bölümden oluşan kitapta yazar, ilk bölümde hedefe “şeyleri” insan merkezli yorumlama dürtümüzü yerleştiriyor. Bir zamanlar dünyanın evrenin merkezi olduğunu ve diğer gezegenlerin dünyanın etrafında döndüğünü reddedilemez bir gerçek olarak algılamamız gibi, bu konuda da benzer bir yaklaşım içerisinde olduğumuzu gösteriyor.

Dünyanın evrenin merkezi olduğu görüşünü basitçe bir gözlem üzerine yapılmış masum bir değerlendirme olarak ele alamayız bence, belki ilk başta öyle olabilir ancak bu görüş dinselliğin de eklenmesiyle aksi iddia edilemeyen bir dogma haline getirildi. Burada insan merkezli yaklaşımın, her şeyin insanlar için yaratıldığı (ve bilimi de sarmalayan; o dönem bilim ve din iç içe) genel yaklaşımına yedirilmişti, dolayısıyla bu görüşü yıkmak aynı zamanda insan merkezli görüşü de yıkmak anlamına geliyordu. Tabii kısmen. Hala bu yaklaşımdan çeşitli nedenlerle kurtulamadığımızı gösteriyor bu bölümde yazar, evrimi kabul etmiş insanlarda bile! Örnek olarak şimdiye kadar evrimi anlatmak için kullanılan resimlerde hep “aşağıdan”, basitlikten başlayıp ara aşamaları mümkün olduğu kadar çabuk geçip sonuçta ve en ileride insana ulaşılmasını gösteriyor.  

Yazar bu soruyla devam ediyor: Evrim basitten karmaşığa doğru bir ilerleme midir? “…Bu çarpıtma bir safsataya dayanıyor: evrimin belirleyici ve temel bir sonuca doğru ilerleyen temel bir eğilim ya da itme kuvveti içerdiğine yaşam tarihinin tüm diğerlerinin üzerinde ve onu özetleyen bir özelliği olduğuna dair bir safsata.” Diye yanıtlıyor. İnsan evrim çalılığında sadece küçük bir dal ve son dilimde büyümüş bir daldır diyor. Darwin’in devriminin bu insan merkezli görüşle sekteye uğratıldığını ve ancak bundan kurtulmakla tamamlanabileceğini söylüyor. “…Darwin’in devrimi; ancak küstahlığımızı kesin olarak başımızdan attığımız ve yaşamın tahmin edilemez yönsüzlüğünü evrimin açık içerimleri olarak kabul ettiğimizde tamamlanacaktır.” Ve devam ediyor: “Şayet tohumdan itibaren yeniden yetiştirilmesi mümkün olsa aynı dal grubunu asla üretmeyecek muazzam bir yaşam ağacında, Homo Sapiens’in daha dün ortaya çıkmış minik bir filiz olduğunu kabul ettiğimiz taktirde, yani Darwinci topolojiyi ciddiyetle ele alırsak bu devrim tamamlanacaktır.” Bu görüş insan aklını küçümseyen ya da küçülten bir durum değildir kanımca. Birincisi bu durum bizden bağımsız olarak gerçektir. İkincisi ise bu gerçeği kabul etmemek aslında insan aklını küçültmek ve sınırlamak anlamına gelir.

İkinci bölüm bu ilk bölümde ifade edilen genel yaklaşımı çürütmeye yönelik bir hazırlık bölümü niteliğinde. Bu bölümde iki örnek üzerinden, genel bir sistemde ya da bir varyasyonda uç örneklere odaklanarak sistemin bütününe dair çıkarımlar yapma hastalığına değiniyor. Bu kısa bölüm “evrim neden bir ilerleme olarak tanımlanamaz”ın ispatlanacağı diğer iki bölüm için ön örnekler şeklinde düşünülebilir.

Üçüncü bölümde yazar argümanının bamtelini başka bir örnek üzerinden (zamanla beysboldaki 0,400 ortalama sopa sallama becerisindeki azalma) veriyor ve olayı kavratıyor. Diğer bölümde ise bu yaklaşımla anlatmak istediğini toparlıyor ve sonuca varıyor. Üçüncü bölüm kitapta en keyif aldığım ve şaşırdığım kısım oldu, bu uzun bölümde yazar meseleyi tüm yönleriyle ele alıyor ve istatistik yardımıyla kanıtlayarak olaya noktayı koyuyor. Dolayısıyla ilk bölümde haksız bile olabileceği tespitlerini boşluğa yer bırakmayacak şekilde ikna etmenin de ötesinde bilimsel olarak ispat ediyor. Yapılan yanlışın varyasyonun ele alınışında olduğunu adım adım gösteriyor.

Son bölümde ilginç bir ayrıntıya da yer veriyor yazar; aslında “evrim” olarak tanımladığımız ve kullandığımız sözcüğü Darwin’in benimsemediğini, ilk başta tepki gösterdiğini belirtiyor. Türlerin Kökeni’nin ilk baskısında evrim sözcüğü yer almıyor ve bunun yerine “değişikliklerle türeyiş”i kullanıyor Darwin. Herbert Spencer İngilizce konuşma dilinde ilerleme anlamına gelen “evrim”i kullanıyor, bu tanımlamanın rağbet görmesiyle Darwin de kabul etmek durumunda kalıyor. Darwin kuramında tahmin edilebilir bir değişimden bahsetmediği ve dolayısıyla bir ilerleme anlatmaya çalışmadığı için ilk başta tepki gösterdiği bu sözcüğe, Türlerin Kökeni’nin son bölümünde açık kapı bırakıyor:

“Doğal seçilim sadece her varlığın yararı lehine ve bu yarar sayesinde iş görür, doğuştan gelen bedensel ve zihinsel yeteneklerin hepsi mükemmelliğe doğru ilerlemeye eğilim gösterecektir.”

Yazar soruyor; Doğal seçilimin eski bir ilerleme dogmasını yıktığını şevkle ilan ettikten sonra Darwin, nasıl oldu da böyle bir cümle yazabildi?

“Darwin’in görüşlerin çözümü mümkün olmayan tutarsızlıklar taşıdığına inanıyorum. Entelektüel radikal olan Darwin, kendi kuramının neleri gerektirdiğini ve neler içerdiğini biliyordu; ne var ki sosyal muhafazakâr olan Darwin, böylesine bağlılık hissettiği ve içinde rahat şekilde yaşadığı (tarihin kilit bir anında) bir kültürün belirleyici ilkesini yıkamazdı” diye yanıtlıyor ardından yazar. Son olarak bu meseleye dair şöyle ekliyor ve bitiriyor: “Darwin’in psikolojisinin derinliklerini kavradığımı iddia etmiyorum. Ama ilerleme üzerine bu yeterince ikna edici olmayan ve zorlama argümanın, kişiliğinin iki farklı veçhesi arasındaki, entelektüel radikalizmi ve kültürel muhafazakârlığı arasındaki çatışmadan kaynaklandığını hissediyorum. Sevdiği ve kendisini ödüllendirmiş olan toplum, ilerlemeyi kendi düsturu ve tanımı olarak saygın bir yere yerleştirmişti.”

Son kısmın, önceki çok başarılı bölüm ile birlikte temel yaklaşımın kavratılarak, bir toparlama bölümüne dönüştüğünü belirtmiştim. Yazar bazı soruları yineliyor ve onlara yanıtlar üretiyor bu bölümde: “Yaklaşık 3,5 milyar yaşındaki kayalardan elde edilen yaşama dair ilk fosil kayıt, sadece jeolojik kayıt halinde korunabilen en basit formlar olan bakterilerden oluşmakta. Oysa artık meşe ağaçlarına, peygamberdevelerine, suaygırlarına ve insanlara sahibiz. Peki, böylesi bir tarihin ilerleme sergilediği nasıl inkâr edilebilir ki?”

“Ama ne yazık ki her büyük kesinlik ardından kuşkuyu doğurur. …kafa karışıklığını gidermek için tüm meseleyi esaslı bir şekilde yeniden kavramlaştırmamız gerekiyor. …Bunu da 0,400 ortalama paradoksunun çözümüne ulaştığımız yöntemle, bu kitabın konusunu oluşturan aynı yöntemle yapabiliriz: bir değişimin tarihine, bir yere hareket eden bir ‘şey’den ziyade tüm bir sistemdeki (Yaşamın Tüm çeşitliliğinde) varyasyon artışı ya da küçülmesi olarak bakmak”

“Yaşamın sonsuz çeşitlenmesinde içinden ‘ortalama karmaşıklık’ veya ‘en karmaşık yaratık’ gibi temel bir ölçüyü çekip çıkarıyoruz ve ardından bu varlığın zaman içerisindeki varsayılan artışını izliyoruz. Bu artış eğilimini ‘ilerleme’ olarak etiketliyor ve böylesi bir ilerlemenin tüm evrimsel sürecin belirleyici itme kuvveti olması görüşüne takılıp kalıyoruz.”

Okurken bir sürü not aldığım bu kitabın alıntısı da bol oldu. Çok uzattık, son övgüleri de yapıp bitiriyorum. Açıkçası iyi ki okumuşum kategorisine yerleştirdiğim bu kitabı konuyla ilgilenenlerin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum. Bir de istatistik okuyanlara tavsiyemdir, yardımcı ders kitabı niteliğinde gerçekten. Çok beğendim, bu kadar. 

Kızıl Yıldız - 2 Mühendis Menni, Aleksandr Bogdanov




Tür: Roman
Çeviri: Ayşe Hacıhasanoğlu
Sayfa Sayısı: 160
Bilim kurgu türündeki yapıtlarda genellikle
gerçeklikle bağ kurma, ona dair çıkarımlar oluşturma gayesi öncelikler arasında değildir. Olmalı mıdır olmamalı mıdır orası ayrı bir tartışma konusu, ancak bilim kurgu türünde yazan kişi eğer gerçek bir bilim adamıysa ve kendisi diyalektik materyalist dünya görüşüne sahipse, bizi götürdüğü gerçek üstü dünyasının bilimsel öğelerle bezenmesi ve bu dünyanın gerçek hayata ilişkin uçlar vermesi kaçınılmaz oluyor.

Bogdanov’un romanı Mühendis Menni marstaki yaşamı oraya giden bir dünyalının, Leonid’in gözünden anlatıyor. Aslında anlatılan hikâye biraz farklılaşmış bir dünya tarihi hikâyesi. Kızılyıldız’ın devamı olan bu kitap konusu itibariyle oldukça ilgi çekici. Kızılyıldız’ı okuyalı epey zaman olmuştu, hikâyeyi az buçuk hatırlamakla birlikte, konusu (marsta sosyalist düzenin ilerleyişi), yazıldığı tarih ve bu tarihe rağmen içerdiği bilimsel öngörüleri beni oldukça şaşırtmıştı. Devamı olan bu kitabı da büyük bir merak içinde aldım ve okumaya başladım. Gerçi Bogdanov’un kendisi bir merak sebebi. Önemli Rus devrimcilerinden biri olan Bogdanov, dönemin ünlü bilim adamlarından da bir tanesi. Dünyada bir ilk olan Kan Nakli Enstitüsü’nün başkanlığını yapan Bogdanov, 1928 yılında kendi üzerinde yaptığı başarısız bir deney sonucu hayatını kaybediyor.

Tekrar kitaba gelirsek, dört bölümden oluşan kitapta açıkçası ilk iki bölümde beklediğim “ilgi çekiciliği” bulamadım. Ne edebi, ne de konu anlamında. Ne zaman ki bizim iki mühendis Menni ve Netti konuşmaya, derin mevzulara girmeye başladı, o vakit roman şenlendi. Bilim kurgu anlamında, Kızılyıldız’ın devamı olan bu kitabın ilkine nazaran daha sınırlı olduğunu söylemeliyim. Bunun dışında bu romanın ilgi çekici kısmı son elli altmış sayfasındaki “felsefe notlarında”. Bu arada romanın gizemli bir şekilde ortaya çıkan önemli bir olayı olmadığı için Netti’nin Menni’nin oğlu olduğunu söylememde bir sakınca yok. İşte felsefe notları baba oğul konuşması gibi değil, iki bilim adamı arasındaki ölçülü ve saygılı konuşmayla başlıyor ve Menni’nin iç dünyasıyla hesaplaşmasıyla devam ediyor. Bu baba oğul meselesini söylememdeki kasıt “kimin babasıyla böyle oturup da konuşmuşluğu vardır” sorusunun okurken aklımdan ara ara geçmesiydi. Ancak marsta olur böyle şeyler dedim içimden. Marsta geçmesi değil ama bu durum bilim kurgu anlamında bir adım ileri götürdü kitabı gözümde. Neyse, şimdi bu diyaloglara göz atalım bir miktar:

Netti nasıl bir toplumsal düzenin peşinde olduklarını, örgütlü bir toplamı nasıl kurguladığını anlatıyor:

N: “…Tarihsel görev, insan kişiliğini, etken ve kendine tam anlamıyla güvenli bir varlığı yaratmaktı, insan kişiliğini feodal dönemin insan sürüsünden ayırmaktı. Bu yapıldı ve işçi sınıfı içinde artık başka bir görev gerçekleşiyor. Söz konusu olan bu atomları bir araya toplamak, onları en üst düzeyde bir bağla bağlamak, bu atomları kendiliğinden ortaya çıkmış çelişkili iş birliğini uyumlu ve düzgün bir hale getirmek, onları tek akıllı insanlık organizması içinde kaynaştırmaktır…”

Birkaç diyalog sonra:

M: “…Siz de insanları hücreye benzer varlıklara dönüştürmek istiyorsunuz galiba?”

N: “Hayır, biz bunu istemiyoruz. Organizmanın hücreleri, ait oldukları bütünün bilincinde değildir; bu nedenle çağdaş insan tipi onlara daha çok benzer. Biz insanın yüce emek bütününün bir elementi olarak kendisinin tam bilincine varmasını istiyoruz.”

Diyalektiğe ilişkin notlar; diyalektiğin temel ilkelerinden olan çelişkiye özgürlük kavramı üzerinden ulaşıyor Netti:

M: “Yani despotizm, zulüm, zorbalık olmasaydı, bunları ortadan kaldırmak için ortak çabalar olmayacağı için özgürlük düşüncesi de olmayacak mıydı?”

N: “Kesinlikle öyle. Özgürlük düşüncesinin canlı bir anlamı olmasaydı nasıl düşünce olabilirdi ki?”

“İnsanların yaşamı ve gelişimi hiçbir baskı ve boyunduruk altında kalmadığında özgürlük düşüncesi de ömrünü tamamlamış olacaktır. Düşünceler doğar, yaşamak için savaşır ve ölürler. Genellikle biri diğerini öldürür, özgürlüğün otoriteyi, bilimsel düşüncenin dinsel düşünceyi, yeni bir kuramın eskisini öldürmesi gibi.”

Bir kısmını paylaştığım bu diyalogları okumak gerçekten keyifliydi; katıldığım ve katılmadığım yönleriyle.
Menni tüm bu diyaloglar sonucu yeni toplumsal düzene ikna oluyor, ya da ikna olmasa bile ilerlemeyi bir şekilde kabulleniyor ve vampir efsanesindeki gibi gerici bir konuma düşmeden aradan çekiliyor.

Romanın en çok üzerine konuşmaya değer kısmı ise bu vampir efsanesinin geçtiği bölümdü bence. Bu bölümde sınıfsal yönelimlerin farklı konjonktürlerde nasıl değişebildiğini bu efsane üzerinden oldukça güzel betimlemiş Bogdanov. Açıkçası romanın zaten sınırlı olan tadını kaçırmaya niyetim yok o yüzden daha fazla açmayacağım bu vampir efsanesini. Kızılyıldız’ın akılda kalan olumlu izlenimleriyle merak içerisinde aldığım bu romandan, parça parça beğendiğim kısımlar olsa da bütüne baktığımda benzer bir tat alamadığımı söylemeliyim. Eğer siz de Kızılyıldız’dan sonra bu kitabı merak edenlerdenseniz, büyük beklentilerle başlamanızı tavsiye etmem. Benden söylemesi.
  

5 Şubat 2013 Salı

TÜRLERİN KÖKENİ - CHARLES DARWIN (Resimli Uyarlama)

Tür: Resimli Uyarlama
Hazırlayan: Michael Keller
Resimleyen: Nicolle Rager Fuller
Çevirmen: Murat Gülsaçan
Sayfa Sayısı: 192




Özellikle son yıllarda çok bilinen kitapların uyarlama hallerinin ve mangalarının birbiri ardına yayımlandığına ve adeta bir furyaya dönüştüğüne şahit olduk, oluyoruz. Açıkçası ilk çıktığından beri bir önyargım var bu kitaplara ilişkin. Hatta bir kitapçıda alan birine rastlasam da kısa saçlı, otobüslerde gençlerin, sokakta türbanlıların korkulu rüyası, İzmirli “cumhuriyet teyzeleri” nidasıyla “ne diye alırsınız bu kitapları bilmem ki” deyiversem diye içimden geçirmişliğim vardır. İşin garip tarafı çevremdekilerde ve karşılaştığım hemen herkeste böyle bir eğilim olmasına rağmen piyasada halen bu kitapların bolca bulunması. Şüpheleniyorum, kim alıyor peki bu kitapları?  Tıpkı çevremizde AKP’ye oy veren bir kişi bile bulamazken her iki kişiden birinin ona oy vermesinin ardından etrafımızdaki herkesten şüphelenmek gibi. Kim bunlar? Neden alırlar?

Diye düşünürken içerisindeki başka kitaplara odaklandığım bir evrim setinden çıkageldi Türlerin Kökeni “Resimli Uyarlaması”. İşte AKP’ye de böyle, yanlışlıkla oy çıkıyor sonucuna varmayacağım tabii ki. Kim bu oy verenler? Neden verirler? Sorularım ise ortada duruyor. 

İşte böylece elime geçti benim de bir uyarlama kitap. Hacı yeşili üzerine kirli sarı renklerle bezenmiş yazılar, üzerine serpiştirilmiş hayvanlarla (tamam burasını anlıyorum ya ne olacaktı?) oluşturulmuş tasarımı moralimi daha da bozmuştu. Ancak kapağın ortasındaki öne çıkan fosforlu kelebeğin kaygan yapısına dokunmak bir an olsun hoşuma gitmişti. Okurken ara ara dokunmadım değil. Fakat bu örnekten ne kadar kötü olsa da AKP’de de olumlu bir şeylerin olabileceği sonucunu çıkarmamak gerekiyor! (AKP ile bu tür kitaplara dair başta kurduğum analojinin neden sürekli aklıma takılmaya başladığını gerçekten bilmiyorum, ancak bundan böyle yollarını ayırıyorum bu son artık!)  

Kısacası tüm önyargılarım üzerine gelen bir olumsuzluk daha eklenmişti daha kapağını açmadan. Acaba bu kitap çocuklara evrimi sevdirerek öğretmek için miydi? Keşke çocukken de olsaydı böyle bir kitap belki biraz hevesli olurdum diye düşündüm. Küçükken de bu renkleri hiç sevmezdim ki! Türbe yeşili tanımlamasını “hacı yeşili” olarak kodlamam sanıyorum küçüklükten gelen bir şey. Neyse, işte bu duygu ve düşüncelerle başladım kitabı okumaya, çocuk kitabı mı varsın olsun evde okuyorum nasıl olsa kim görecek diyerek. Çok acımasız başladığımın farkındayım ama bende ilk yarattığı izlenimler gerçekten böyleydi. Yani aşağı yukarı böyleydi.  

Kitabı açar açmaz ilk defa açılan yeni bir kitabın hoş kokusuna karışmış bir boya kokusu aldım. İlk başta çok hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim ancak bu boya kokusu, sayfalar geçtikçe iyiden iyiye artıyordu sanki ve bir yerden sonra rahatsız edici olmaya başladı. Kimi resim derslerinde de böyle olurdu. Ben mi boya kokularını ayırt edemiyorum bilmiyorum ama benzer bir etki yaptığını hatırlıyorum. Burada bir nefes ve açıklama:

Efendim, kitaba gelemedim bir türlü farkındayım. Ona geleceğim ancak kitap zaten bir resimli uyarlama, ben bu kitaba dair bir iki paragraf haricinde ne yazabilirim? En iyisi bu kitabın öncesi, sırası ve sonrasında hissettiklerim. O yüzden devam ediyorum.

Bu boya kokusu yayıldıkça, kitapla aramdaki mesafe -gerçek anlamıyla- arttı. Aksi gibi yazı puntosu küçüktü ve yazı karakterine de alışamıyordum (gerçi sonradan alıştım hatta hoşuma bile gitti). İşte artan boya kokusu ve dolayısıyla artan kitapla aramdaki mesafe, küçük puntolu yazı karakteri ve iyi gören gözlerim arasındaki çelişkilerle birlikte, kâh gülerek kâh şaşırarak kitabın sonuna kadar geldim. Dalga geçmiyorum güldüğüm ve şaşırdığım oldu. (Bkz. Resim 1)  Nasıl bittiğini de anlamadım. Kitap öncesindeki, bu tip kitaplara dair önyargılarımın zayıfladığını söyleyebilirim.

 Resim 1 - Prof. Newton ayağı sertleşmiş bir çamur topuyla kaplı bir kırmızı ayaklı keklik yolluyor. Darwin bu çamuru üç yıldan fazla beklettikten sonra kırarak suluyor ve ardından bir fanusa koyuyor. Sonuçta bundan 82 bitki çimleniyor. Bakın nasıl da hayretle izliyor. Ben de böyle şaşırdım işte.

Sonuç değerlendirmemi bu arada yapıyorum; acımasız eleştirilerle değerlendirmeye başladığım bu kitap, baştaki beklenti düşüklüğünden kaynaklandığını düşünmediğim ölçüde benden geçer not aldı.

Muhteşem çizimler ve Darwin’in mektuplarından, kendi sözlerinden ve elbette yapıtı Türlerin Kökeni’nden bilgilerle oluşturulmuş bu uyarlama, bazı çok göze batan imla hataları dışında, gerçekten başarılı. Özellikle sondaki 1859’da Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından günümüze uzanan, evrimin gelişiminde köşe taşlarını oluşturan takvim, bir derleme anlamında hoş olmuş. Bazı kavramlara ilişkin açıklamalar ise çeviriden kaynaklandığını düşündüğüm nedenlerle bir karmaşaya dönüşmüş ve zor anlaşılır bir hal almış. Elbette çizimlerin açıklanan konu ile çok iyi uyumu ve başarısı bu hataların üzerini bir nebze örtüyor ve kitabın bütününe baktığımda olumlu referans vermemi sağlıyor.
          
Son sözler

Düşünüyorum da tüm bu olumlu referansıma rağmen para verip bu kitap alınır mı? Benim kitap listelerim genellikle bütçeden kaynaklı nedenlerle ilk alınacak kitaplardan oluşur. Derim ki eğer ikincil düşünülecek kitaplara da ayıracak bütçeniz varsa, “belki bir gün vakit olur da göz atarım” diyebiliyorsanız düşünmeden bu kitabı alabilirsiniz. 

PERICLES - WILLIAM SHAKESPEARE





Tür: Oyun
Çevirmen: Hamdi Koç
Sayfa Sayısı: 120


“Sözüne itimadım var, senden yemin istemem;
Sözünde durmayan yemininde de durmaz.”

Şiirle pek aram yoktur doğrusu dolayısıyla şairlerle de. Birçok şairin hoşuma giden dizeleri, şiirleri vardır elbette ancak neredeyse tüm yazdıklarıyla beni etkileyen şair sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Şimdiye dek Shakespeare’in şiirlerini okuma fırsatım olmadı ancak birçok oyununu okudum. Açıkçası onun oyunlarındaki şiirsellik inanılmazdır; her okuduğum eserinden hiç bir şeyinden olmasa bile, muazzam dizelerinden büyük keyif alırım. Ayrıca yukarıda alıntıladığım gibi zekice diyalogları ve mükemmel kelime oyunlarını bol bol bulursunuz eserlerinde.

Pericles’te ise durum birazcık daha farklı. Pericles, Shakespeare’in çok bilinen eserlerinden biri değil malum. Okuduğuma göre onun son dönem eserlerinden biriymiş. Bu oyununda Shakespeare’in hemen hemen her dizesi, her satırından aldığım keyfi alamadığım oldu; bu anlamda alışık olmadığım “yavan” bölümleri de içeriyor Pericles. Ayrıca hiç olmadığı kadar mistik bir kurguya sahip. Oyun boyunca sabreden, çile çeken, hayatın sürüklediği zor koşullarda bile günaha girmeden soylu ve ahlaklı kalanlar tanrı tarafından ödüllendiriliyor sonunda. Dolayısıyla bir ahlak dersi içeren didaktik öğeler de içeriyor, hatta oyun bunun üzerine kurulu da denebilir. Ayrıca çok yalın ve basit bir kurguya sahip eser. Oyunu bitirip de üzerine biraz düşününce tüm bu olumsuz yanlarını görebiliyorsun; gerçekten de bir hamlet ya da kral lear havası yok eserde, lakin tüm bu saydıklarıma rağmen oyunu yine de hoş bir tatla bitirmiş olmak da sanıyorum Shakespeare’in her eserindeki o efsunla ilgili.

Karakterlerin bir kişilik olarak ön plana çıkmadığı, alışık olduğumuz büyüleyici nüktelere sahip olmayan bu oyunu tüm yalılığıyla, sanki daha önce defalarca izlediğimiz ve yine tüm basitliğiyle izlemekten keyif alabildiğimiz bir eski Türk filmi tadında okudum. Acıların ardından gelen bir mutlu son. O filmlerde de büyük acılar yaşanır, tüm bu acılar yaşanırken de biz mutlu sonla biteceğini hissederiz ve böyle bir sonu bildiğimiz halde o acılı sahneler hiç gözden düşmez; her şeyi bile bile yine de izlenir. İşte böyle bir duyguyla sürüklüyor oyun ve bir çırpıda okunuyor. Bu anlamda oyundaki mistik yönlerin de bir anlamda olayın basitliğiyle uyumlu olduğunu ve onu büyülü bir atmosfere soktuğunu düşünüyorum.

Son sözler

Eğer daha önce Shakespeare’in bir oyununu okumadıysanız Pericles, okumaya ondan başlanacak bir oyun değil. Klasikleri okuyup bunların dışında onun diğer eserlerine de merak duyuyor ve farklarını da görmek istiyorsanız Pericles’i de okumanızı tavsiye ederim. En kötü bir eski Türk filmi tadında mutlu mesut bırakırsınız elinizden sonunda.     

YERALTINDAN NOTLAR - FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ





Tür: Roman
Çevirmen: Nihal Yalaza Taluy
Sayfa Sayısı: 140



“Kabadayılıkta ayak direyenler sadece eşekler ve eşek soylulardır; ama onlarınki de duvarın önüne kadardır.” Kitaptan bir nükte; bana ilk yaptığı çağrışımla Tayyip sultanın kulaklarını çınlattım, paylaşmak istedim.

Yeraltına inmeyeli ne kadar zaman oldu? Hiç inmeyeniniz var mı? Orada yaşayanları ise geçiyorum; zira kendilerinin hayatla bağları yoktur, siliktirler; kimse görmez onları ve görmeye de değmez, kale alınmazlar ve kale alınmak da istemezler. Aslında isterler hatta kendi dünyalarının kahramanları da onlardır ancak kale alınacakları zaman bile kendiliğinden kaçarlar yine kendi dünyalarına; “yeraltına”.

İşte “Yeraltından Notlar” da aşağı yukarı böyle bir karakter ile karşılaşıyoruz. Kendisiyle doruk noktalarda hesaplaşan bir adam; toplumla temasında her attığı adımı sorgulayan, ölesiye pişman olan (hemen hemen her zaman) ya da bir davranışından hoşnut olan (pek nadir olsa da). Öyle ki bir dönem hayattaki tek gayesi, sokakta her sabah karşılaştığı ve yan yana geçerlerken çarpışmamak için her seferinde kendisinin omzunu kaçırmak durumunda kaldığı beyefendiyi alt etmektir. Yaklaşık bir ay boyunca ertesi gün yaşayacağı sahneyi zihninde yaşar; omzunu çekmeyecek bu kez onu alt edecektir. Fakat her seferinde kaybeden o olur. Adam ve sokaktaki hiç kimse onun farkında değildir. İnsanlarla hesaplaşmaları böyledir; biriyle bakışırken gözlerini ilk kaçırmamak onun için en önemli mücadeledir kimi zaman; bunun için aylarca uyku uyuyamaz mesela.

Bir yandan diğer insanları ve hayatlarını küçümser diğer yandan ise onları delicesine kıskanır ve kendi küçüklüğünü düşünür.  Onları küçümser: “Bütün samimi insanlar ve işinde gücünde olanlar ahmak, dar kafalı oldukları için faal kimselerdir. Nasıl açıklamalı? Bakın şöyle: Bu çeşit insanlar, akılları kıt olduğu için herhangi bir konuda ana sebepleri araştırmadan hemen el altındaki ikinci derece sebeplere bağlanıverir ve doğru hareket ettiklerinden emin oldukları için de rahatlarlar; en önemlisi de budur zaten.” Kendisi ise bir aydındır. Bu toplama katlanamaz, onun için fare görünümündedirler. Diğer taraftan sürekli kaybeden, devamlı ezilen ise kendisidir. Her karşılaşmalarından sonra huzurlu olduğu yere döner; “yeraltına”. Yeni bir mücadele kurgular dünyasında, üstünlüğünü gösterme, ezikliğini bertaraf etme hayalleri kurar. Fakat hep yenilen odur ve asıl önemlisi yenileceğini de bilir bir yandan. Ancak yeraltındaki yaşamı sadece dış dünyaya kendini ispat etme üzerine kurulu değildir, yani sadece bir kaçış yeri değildir yeraltı. Zihninde kurduğu bir dünyayla aylarca orada yaşayabilir, âşık olur ve aşkını yaşar o dünyada. Fakat sosyalleşme ihtiyacı da hisseder ve bunun farkındadır da. İnsanın çevresine, dostlarına ve hatta kendisine bile söyleyemeyeceği şeyler vardır der. İnsan asıl kendisine yalan söyler, gerçekleri değiştirerek inanır ve kabullenir. İşte o kendini kandırmayı da beceremez. Dener fakat bir yandan beceremeyeceğini bilir.  

Anlayacağınız işler biraz karışık, ama adam yeraltında yaşıyor ya ne olacaktı! Fakat tüm bu karmakarışıklık yığınında kahramanımız kendi felsefesini oluşturmayı da becermiştir: “Nihayet şuna geliyoruz baylar: En iyisi hiçbir şey yapmamak! Bilinçli tembellik hepsinden iyi! Onun için yaşasın yeraltı!”
Şimdi gelelim baştaki iki soruya ve aslında yeraltına dair notlara. Yukarıda bir alıntıya yer vermiştim; kahramanımızın faal insanların ahmaklığına dair yaptığı değerlendirmeden bahsediyorum. Yeraltı bir sosyal hayat sıfır. Adam haklı. Benim de böyle düşündüğüm çokça olmuştur. Düşünemeden o şekilde ilerlediğim de çokça olmuştur! Kahramanımız sözlerini en sonunda felsefesine bağlıyor ve dolayısıyla değerlendirmelerini daha ileriye götürüyor; örneğin insan yol açıp ilerlemeye bayılır dolayısıyla o insan için gittiği yolun ne olduğunun bir önemi yoktur ya da insan bir gayeye ulaşma çabasını sever, gayeye ulaşmayı ise gerçekte istemez, o uğraş onu mutlu eder der. O kadar da ciddiye alacak halimiz yok. Adam deli. Ya da işte “bilinçli” deli.

Fakat faal insanların koşuşturmasındaki şuursuzluğa ben de işaret etmeden geçemeyeceğim. Öyle ya faal insanların faaliyetleri çoğu zaman bir “koşuşturma” diye tariflenir ve bu koşuşturma arasında öylece yaşar ve gider insanlar; sorular ortadan kalkar, kendince açtığı yoldan ilerler ve zaman içerisinde duramaz, düşünemez hale gelir. Düşünür elbet, yalnız kendi hayatının akışı içinde ve ona yönelik. Bazen bu koşuşturmada adımları biraz yavaşlatmak ve soluk almak gereklidir bana göre. Yani biraz yeraltı iyidir! 

Katıldığım bir diğer nokta ise görünenin ardına bakma ihtiyacı duymayan, görünenin doğruluğundan şüphe duymayarak mutlu mesut o yolda ilerleyenlere ilişkin. Birçok alana dair çağrışımlar yapan bir değerlendirme, ayrıntılı girmeyeceğim ancak ben de insanların “şeyleri” neden merak etmediklerini hep merak etmişimdir. Görünen -ya da görmek istedikleri daha doğru olacak- gerçekten onları tatmin etmekte ve sorgulamaya gerek duymamakta mıdırlar? Yoksa uzun zamandır gelen alışkanlıklar ve kabullenmeler sonucu “kapalı kutularının” açılmasından mı korkmaktadırlar? Çoğunlukla ikincisi olduğunu sanıyorum ve aslında öyle olmasını umuyorum, zira ilk seçeneğe giren yığınla insan olduğunu düşünmek istemiyorum. İnsan aklına duyduğum saygıdan ötürü. Yeraltı iki sosyal hayat sıfır. Yeraltı sorgulatır. Kaçamazsın, yapacak bir şeyin yok çünkü yaşayıp gidemezsin öylece, mecbur düşüneceksin. O yüzden yeraltı yine iyidir!

Ve geldik sonuç yerine, hemen söyleyeyim “yeraltından notlar” okuduğuma memnun olduğum kitaplardan. Her şeyden öte okurken yaptığı çağrışımlar bile okunması için yeterli, bir de üzerine kendi düşüncelerinizi ekler bizim vatandaşla benim gibi tartışmaya girerseniz tadından yenmez. Yeraltına girme konusunda ise ciddiydim ve attığı iki golü belirterek de ciddiyetimi gösterdim sanıyorum. Yalnız fazla kalayım da demeyin! Belki hep gece yarıları uğraştığımdan, tam bilemiyorum, nedense uzun bir okumanın ardından gelen yazma sürecini bitirirken zırvalama ihtiyacı hissediyorum her seferinde. “Bilinçli” zırvalama. Peki, bitti…